Ayten Yadigâr-Zafer Dergisi
Kur’an Yaşayan Bir Mucize / John J. Dunne’nin Hidayet Öyküsü
Katolik bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim. Babam da böyle bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Annem ise gençlik yıllarında kendi isteğiyle katolikliği tercih etmiş birisiydi. Bu tercihi yapmasında annesini bir trafik kazasında kaybetmesi etkili olmuş. Babamla karşılaşana dek bir manastırda yaşamış. Evlendikten sonra her ikisi de kilise korosunda görev yapmaya başlamışlar. Yani, ailem oldukça dindardı. Pazarları kiliseye giderdik. Pazartesi öğleden sonra katolik eğitimi aldığımız derslere devam ederdik. Birkaç yıl içinde de kilise ayinlerinde görev alacak hâle gelirdik.
İslâmla ilgili ilk hatıram, dokuzuncu sınıfta aldığım sosyal bilimler dersine kadar uzanır. Sınıf arkadaşlarımdan birine, “Eğer bir gün katolik kilisesinden ayrılırsam, Müslüman olacağım.” dediğimi hatırlıyorum.
Sonraki yıllarda astronomiye ilgi duymaya başladım. Bilim kitaplarını okumayı hâlâ çok severim. Fakat o zamanlar, bu kitapları okurken Tanrının varlığını inkâr etme gibi bir düşünceye kapıldım. Kendimi bazen Ateist olarak tanımlamış olsam da, dinî meseleleri hep cazip ve büyüleyici bulmuşumdur. O dönemlerde özellikle Zen Budizmi ilgimi çekiyorsa da, farklı dinler hakkında bilgi edinmekten asla geri durmadım.
1982 yılında Uniteryan kilisesine mensup iki kişi ile tanıştım. Bu kilise farklı bir Hristiyanlık anlayışına sahipti. Diğer mezheplerinin sahip olduğu ‘teslis’ inancını reddediyorlardı. Tek bir Allah inancına sahiptiler. Bundan etkilendim ve Hz. İsa’nın tanrının oğlu değil, bir peygamber olduğuna inanmaya başladım. Uniteryan kilisesi kendini Ateist olarak ilân edenleri dışlamadığı için bu kiliseye üye olmaya karar verdim.
1985’te Arizona Üniversitesi’nde eğitim görmeye başladım. Beşerî ilimlerde gerekli ders sayısını tamamlayabilmek için “İslâm Medeniyeti” dersini almanın ilginç olacağını düşündüm. Üniversiteden birkaç blok ötedeki İslâm Kültür Merkezi’nde yaptığımız bu dersin İslâm’ı tanımamda çok faydalı olduğunu itiraf etmeliyim. Fakat aynı ders, birkaç yıl sonra CIA’ye yaptığım iş başvurusu sırasında red cevabı alışımın da asıl sebebi olacaktı. Yaptığım başvuru kabul edilip mülâkata alındığımda ben işle ilgili sorular beklerken, onlar niçin İslâm medeniyetine ilişkin bir ders aldığımı kurcalamaya çalıştılar. Hiç merak etmeyin; o günden sonra CIA ile ilişkim olmadı.
Bir süre sonra N. J. Davut’un Kur’an tercümesini aldım. Az bir kısmını okudum. Fakat benim için verimli bir okuma dönemi olmadı. Çünkü derslerim çok yoğundu.
90’lı yılların ortasında Delena isimli bir hanımla tanıştım. Kendisiyle telefonda görüşmelerimiz oluyordu. Arkadaşlığımız ilerleyince, kendisine birlikte bir akşam yemeği teklif ettim. Fakat bazı aksaklıklar oldu ve yemeğe gidemedik. Dışarıda buluşmak mümkün olmayınca, onu evinde ziyaret etmeye karar verdim. Odasının duvarında Müslümanlara ait bir takvim görünce merak edip sorular sormaya başladım. Onun birkaç yıl önce İslâm’ı kabul ettiğini öğrendim. Sonraki görüşmelerimizde hep İslâm hakkında konuşur olduk. Fakat arkadaşlığımız uzun sürmedi.
KUR’AN’IN GERÇEKTEN ALLAH’IN VAHYİ OLDUĞUNU İSPATLAYACAK BİR DELİL BULMAK İSTİYORDUM
Delena ile görüşmelerimiz sırasında elimdeki Kur’an tercümesiyle ilgili bazı sorunların olduğunu fark ettim. Bu yüzden, Muhammed Marmaduk Pickthall tarafından tercüme edilmiş yeni bir Kur’an tercümesi satın aldım. İşte bununla Allah’ın sözleri kalbimde yankı bulmaya başladı. İslâm’ın temel kaynağı olan Kur’an’ı daha ciddi mütalaa etmem gerektiğini düşündüm. Fakat din değiştirmeye henüz hazır değildim. Çünkü bilimsel şüpheciliğimden kaynaklanan problemlerim vardı. Kur’an’ın gerçekten Allah’ın vahyi olduğunu ispatlayacak bir delil bulmak istiyordum.
Birkaç ay sonra elimdeki tercüme Kur’anlar arasında ne tür farkların olduğunu araştırmak düşüncesiyle Ahmet Ali mealini satın aldım. Okumalarım sırasında Nahl Suresi’nin on beşinci âyeti dikkatimi çekti: “Sizi sarsıntıya uğratır diye yerde sarsılmaz dağlar bıraktı, ırmaklar ve yollar da (kıldı). Umulur ki doğru yolu bulursunuz.”
Bu âyetin izahında, Ali şu açıklamayı yapıyordu: “Dağların yerkabuğunun içindeki uzantıları, ancak jeofizikte kaydedilen gelişmeler sonrasında keşfedilmiştir. Bunların yüksekliği 6 milden, 6000 mile kadar çıkabilir; ve yerkabuğu ile dünyanın merkezi arasında yer alırlar. Burada ‘dengeleyici’ nitelemesinin kullanılması özellikle manidardır.”
ARADIĞIM MANTIKLI DELİL KARŞIMA ÇIKMIŞTI
İşte bir süredir aradığım mantıklı delil karşıma çıkmıştı. Çünkü Hz. Muhammed’in (asm) yaşadığı dönemin şartları itibariyle Allah’ın yeryüzüne yerleştirmiş olduğu ‘dengeleyici’lerden bahsedebilmesi mümkün değildi. Bu büyüklükteki jeolojik yapıların bilinebilmesi, ancak sismolojik aletlerin bulunmasına paralel bir gelişmeydi. Böyle bir delil, Kur’an’ın, Hz. Muhammed’in (asm) hâlâ yaşayan bir mucizesi ve Allah’ın vahyi olduğunu kanıtlıyordu.
Hayatım bu halde geçip giderken, bir gün kendimle ilgili bir şeyi fark ettim. Elimin altında üç tane Kur’an tercümesi vardı, ama ben hiç şehadet etmemiştim. Kazara ölecek olsam, insanlar evimdeki Kur’an tercümelerine ve diğer İslâmî kitaplara bakıp benim Müslüman olduğumu düşünebilirlerdi. Vakit kaybetmeden şehadet getirmem ve Müslüman olduğumu ilân etmem gerektiğine karar verdim.
Bu kararımı uygulamak için İslâm Kültür Merkezi’ne gittiğimde, bir süre içeri girip girmeme hususunda tereddüt yaşadım. İçimde pazarlık yapıp dururken, bir korkak gibi davrandığımı fark ettim. Çok can sıkıcı bir durumdu. Kendimi şehadet etmek istediği halde şehadet etmekten korkan biri gibi görmek beni rahatsız ediyordu. Bu rahatsızlıktan kurtulmak için tüm cesaretimi topladım ve içeri daldım. Bir süre sonra Hakim isimli biri yanıma gelerek yardıma ihtiyacım olup olmadığını sordu. İçimde bir yerlerde hâlâ Müslüman olma fikrinin tedirginliğini yaşıyordum. Ona “Mescide katılmak için doldurmam gereken herhangi bir başvuru formu var mı?” diye sordum. Hakim’in cevabı hâlâ hafızamdadır: “Burası bir kulüp değil dostum.” Aslında bunu zaten biliyordum. Sonra bana şehadet etmek için mi orada bulunduğumu sordu. “Evet” diye yanıtladım. Böylece Hakim ve Arap bir delikanlının şahitliğinde, pek aşina olmasam da, Arapça aslıyla şehadet getirdim ve Müslüman oldum.
ŞEHADET GİBİ ULVÎ BİR SÖZÜ O ZAMAN HAKKINI VEREREK SÖYLEYEMEDİM
Bu şehadetle ilgili sonraki yıllarda beni üzen tek bir şey var. O da şehadet gibi ulvî bir sözü o zaman yeterince hakkını vererek söyleyememiş olduğumu düşünmemdir. O yüzden şimdi yürekten inanarak ve coşkuyla tekrar söylemek istiyorum: “Eşhedü en lâ ilahe illâllah ve eşhedü enne Muhammedün abduhu ve rasulühü”
Benim İslâm ile şereflenme yolculuğum, uzun ve meşakkatli bir yoldan oldu. Bu yolun sonunda aydınlık bir güne uyanmama katkısı olan herkesten Allah razı olsun diyorum.