Allah sizi hem daha önce, hem de bu Kur'an'da Müslüman diye isimlendirdi ki, Peygamber size şahit (ve örnek) olsun; siz de insanlara şahit (ve örnek) olasınız. (Hac, 78)
Başlıktaki soru benim gibi sizlerin de kulağını tırmalıyor mu bilmiyorum. Ancak kulağı tırmalanmayan önemli bir kesim Müslüman'ın Hz. Muhammed'in en büyük İslâmcı olduğunu öne sürdüklerini biliyoruz.
İnsan ürünü her kavram gibi İslâmcılığın ortaya çıkışının tarihsel-toplumsal bağlamına bile aldırmadan Abdülkâdir Geylânî'den Hazreti Pîr Mevlana'ya, Yunus Emre'den Niyâzî-i Mısrî'ye Bediüzzaman Said-i Nursi'den Said Halim Paşa'ya kadar herkesin İslâmcı olduğuna hükmedilebiliyor. Silsilenin neden Geylânî Hazretleri'yle başladığını bilmiyorum. Örneğin neden Hz. Hüseyin veya Hz. Ali (r.a.) değil ve hatta başlıkta sorduğum gibi Hz. Muhammed değil? Hüsnüniyetlerinden şüphe etmek söz konusu olmasa bile geleneğimizin kıymetli isimlerini İslâmcı olarak nitelemenin teşrihe ihtiyaç duyduğu aşikâr.
"Neden İslâmcı Değilim?" yazımda belirttiğim gibi Müslümanı kapsayan ama ondan daha 'fazla'sını ihtiva ettiği ileri sürülen İslâmcı mefhumunun, Müslüman'ın siyasasının, onun varlığından bağımsız/ ayrı bir vakıa olarak konumladırılmasına yol açtığıdır:
"Toplumsal-siyasal tüm amellerini İslâm'dan ilham alarak gerçekleştirmek zaten Müslümanların üzerine farzdır. Ancak bu farîzayı 'İslâmcı' sıfatıyla tanımlamak, aslında bu amel anlayışının paranteze alınabilir bir yükümlülük olduğu intibaını uyandırır. Uyandırmakla da kalmaz, her söylemsel oluşum gibi birtakım sonuçlara da yol açar. Bu sonuçlardan en önemlisiyse İslâm'ın düsturlarının toplumsal-siyasal alana hâkim kılınması gayretini marjinalleştirmesidir. Müslüman'a yük olan bir vazifesinin askıya alınabilir olmasını sağlamasıdır."
Muhterem Hayrettin Karaman Hocaefendi, "İsme değil, maksada bakalım" yazısında şöyle demiş:
"Eğer tarihe ait şartlar (İslam ümmeti/toplumu içinde batıcılık, türkçülük, kavmiyetçilik gibi ideolojilerin ortaya çıkması) sebebiyle islamcılık diye bir dava ve terim kültür dünyamıza girmemiş olsaydı mesele yoktu, dostların dedikleri gibi "Müslümanlık, Müslüman olmak" bizi ve davamızı ifade için yeterli olacaktı. Ama olan oldu, ismen veya dinen Müslüman olan bazı şahıslar ve gruplar "İslam'a aykırı olmadığı kanaatiyle veya aykırı olduğunu bile bile" mesela batıcılık, türkçülük gibi davaların peşine düştüler. Bunları ifade ederken "mesela türkçü, kavmiyet davası güden Müslümanların" karşısına "Müslüman"ı koyarsanız "onları müslümanlık dışına atmış olursunuz."
Bu mülahazaya birisi teorik diğeri de tarihsel olan iki sebepten ötürü katılmıyorum. Öncelikle isimlendirme fiilinin, toplumsal bir oluşumun şekil almasında sahip olduğu kilit roldür. Örneğin günümüzde Müslümanlar kendilerine 'muhafazakâr' demeye başladığından beri gelişen sürecin bizi getirdiği noktaya bakarsak, Müslüman tanımından ayrılmanın zararlarını müşahade edebiliriz. Benzer şekilde İslâmcılığın da Müslümanların büyük kesimi tarafından marjinal kabul edilip, dışlanması da isimlendirmenin sosyal boyuttaki bir diğer yansımasıdır. Yine belirttiğim gibi, her ne kadar murad edilen bunun tam tersi olsa da, Müslümana farz olan İslâm davasına adanmışlığın, sadece belli bir grubun vazifesi gibi görünmesine, Müslümanın siyasası ile varlığının, tam da seküler zihniyetin arzu ettiği gibi ayrışmasına vesile olmasına yol açmıştır.
Hocamız "İslam ümmeti/toplumu içinde batıcılık, türkçülük, kavmiyetçilik gibi ideolojilerin ortaya çıkması" sebebiyle Müslümanların İslâmcılık kavramını benimsemek zorunda kaldığını söylüyor. Aslında sebep bunun tam tersi; bugün itibariyle İslâmcı olarak tanımlanılan Müslüman mütefekkir ve alimlerin hiçbirisi kendilerine İslâmcı dememişlerdi. Bilâkis onlara İslâmcı diyen bizzat dönemin Türkçü/ Batıcı akımlarına kapılmış olan yazarlardı. Önceden Müslüman bir çizgide oldukları sanılan Yusuf Akçura veya Ziya Gökalp gibi isimler, kendilerinin de milliyetçi olmalarına rağmen Müslüman olduklarını belirtme ihtiyacından olsa gerek, bir kısım Müslümanı İslâmcı olarak nitelendirmişlerdir. Bizde kavramın ilk ortaya çıkışı budur. Hatta dönemin önemli 'İslâmcı'larından Babanzâde Ahmed Naim, 1914'te Sebîlürreşad'da yayımladığı "Da'vâ-yı Kavmiyyet" başlıklı makalesinde İslâmcı kavramına karşı çıkmıştır. Benzer bir karşı çıkışa İslâm'ın siyasi, içtimai, iktisadi ve hukukî açılardan ayrılmaz bir bütün olarak tecrübe edilmesi gerekliliğini savunan Said Halim Paşa'nın "Buhranlarımız" eserinde de rastlayabiliriz. Zaten Said Halim Paşa'yı bugün hayırla yâd etmemizi sağlayan en önemli sebeplerden birisi de İslâm'ın ve Müslümanın ontolojisinin parçalarına ayrılamaz olduğunu sarih biçimde savunmasıdır.
Bazı dostlar da ısrarla Ebu'l-Hasen el-Eş'ârî'nin 930'da telif ettiği 'Makalatu'l-İslamiyyin ve İhtilafu'l-Musallin' eserinin isminden yola çıkarak İslâmcı kavramının modern olmadığına iknaya çalışıyorlar. Peki, Eş'ârî'nin bir kitabının ismine karşılık onun çağdaşı olan veya ondan önce ve sonra yaşamış olan binlerce alimin bu kavramı hiç kullanmamasını nereye koyacağız? Ve 19. Yüzyıla geldiğimizde Voltaire'in "Muhammed'in dininin adı İslâmcılıktır" diyerek tedavüle soktuğu, bizim yazarlarımızdan on yıllar önce Alexis de Tocqueville veya Ernest Renan'ın kullandığı bu kavramın modern olmadığına nasıl inanacağız? Yani bizleri "öze dönüş"e çağıran dostların, öz olarak konumlandırdıklarının evrensel ve zamanlarüstü bir öz değil de tarihsel-toplumsal olarak ortaya çıkmış bir mefhum olmadığından emin olabilir miyiz gerçekten?
İsimlendirme, girilen yolu belirler. Yola doğru güzergâhla çıkılmaz ise, kaybımız büyük olabilir. Sadece modernist değil, Müslüman'ın siyasasından ayrılabileceği ihtimalini meşrulaştırdığı için sekülerist de bulduğum İslâmcı mefhumuna bu yüzden karşıyım.
Hz. Muhammed'in (s.a.v.) buyurduğu gibi "Bizi Müslümanlardan kılan Allah'a hamd olsun." Allah, her şeyin en iyisini bilendir.
Yeni Şafak