Dört yaşında önce babasını, kısa bir müddet sonra da annesini kaybetmişti... Ablası ile yapayalnız kaldığında çok küçüktü ve çok acı çekiyordu. Annesinin bitmez tükenmez şefkatine, babasının koruyan, kollayan, emniyet telkin eden duruşuna ihtiyacı vardı.
Babası, vefatından önce kendilerine kâfi miktarda dünyalık birakmış, iki can dostuna da emanet etmişti. Baba dostları üzerlerine titriyorlardı, evlatlarının hep önünde, hep üstünde tutuyorlardı... Basit bir tökezlemelerine, masum yüzlerini gölgeleyen en küçük kederlerine bütün bir aile koşuyordu... Ama onlar yine de ebeveynlerini özlüyor, onlara duydukları hasreti birbirlerine sarılarak dindirmeye çalışıyorlardı...
Arkadaşlar edinip efkârını dağıtır, sıkıntılarından kurtulur; düşüncesiyle medreseye küçük yaşta gönderilmişti. Ama parlak bir çocuk değildi... Bütün gayretine, bütün dikkatine rağmen, anlatılanları anlayamıyor, mesafe alamıyor; arkadaşlarının çok gerisinde kalıyordu.
Hocası müşfik davranıyordu... Yetim ve öksüz oluşu herkes için bir yara idi, dokunulmaması gereken bir yara... Şefkatle başını okşuyorlardı, üzülmemesini, zamanla öğreneceğini söylüyorlardı. Ama bir türlü olmuyordu, hiçbir şekilde ilerleyemiyordu...
Bu duruma zaman zaman çok üzülüyordu, utandığı vakitler de çoktu... Hocanın yanında olmasa bile kendisiyle dalga geçen haşarı çocuklar vardı. Küçültücü, utandırıcı kelimeler kullanıyorlardı onun için. İsmi tembele çıkmıştı bir müddet sonra...
Nihâyet ümitsizliğe kapıldı. Ne yapsa, ne etse öğrenemeyeceğini, ilim tahsil edemeyeceğine inanmıştı... İster istemez vazgeçti, devam edemeyecekti, tâkatı kalmamıştı.
Köyüne de dönemezdi, yüzü yoktu... Ablasını düşündükçe kahroluyor, gizli gizli ağlıyordu. Babası ile annesinin hayatta olması durumunda vaziyetin farklı olabileceğini düşünüyordu bazen, ama nasıl olacağını bilmiyordu. Hem zâten öleli çok olmuştu, yüzlerini bile tam hatırlamıyordu. Varlıkları kalbinde bir kor parçasına inkılab etmişti; sadece yakıyorlardı ve hep oradalardı...
Yine çok ezildiği, çok utandığı bir gün, kimseye belli etmeden medreseden kaçtı. Ne yapacağını, nereye gideceğini bilmiyordu. Sadece olabildiğince medreseden uzaklaşmaya, utanç ve ümitsizliğinden kurtulmaya bakıyordu... Bir de ölmek istiyordu, ölüp kurtulmak... Ölmeyi düşündüğü anlarda kendisinden çok az büyük olan ve hasreti içini yakan ablasının hayalî karşısına dikiliyor, adım attırmıyordu.
Öğle sıcağında, kayalık bir yerde bir mağaraya sığındığında yorgunluk ve sussuzluktan harâb haldeydi, acıkmıştı da. Mağaranın altını bütünüyle kaplayan yassı taşa önce bir külçe gibi yığıldı, sonra uzanıverdi. Taşın serinliği sırtında ürpermeler meydana getirdi, dışarısı bir fırın ağzı gibi sıcaktı oysa... Birazıcık dinlenmek istiyordu; ama yorgundu, uykusu geliyordu... Gözleri kendiliğinden kapanmıştı.
Belli belirsiz “şıp” diye bir ses duyar gibi oldu; susuzluğuna verdi, çok susamıştı. Diliyle dudaklarını ıslatmaya çalıştı ama ağzında da ıslaklık yoktu. Aynı sesi bir daha duyunca gözlerini açıp doğruluverdi. Etrafına baktı, görünürde bir şey yoktu... Mağaranın içine doğru emekledi ve gözleri heyecanla, şaşkınlıkla aydınlandı... Belli aralıklarla mağaranın tavanından dökulüyordu damlalar... Düştükleri yerde tas büyüklüğünde taşta bir oyuk meydana getirmişlerdi. Düşünmeden sussuz bir hayvanın suya eğilmesi gibi eğilip doyasıya içti...
Sonra doğrulup oturdu ve gözleri oyuk ile damlaların aktığı çatlak arasında gidib gelmeye başladı. Elini damlalara tutup bekledi, ilk damlanın gelişi saniyeler sonra gerçekleşti. Eline baktı, ıslanmıştı... Ama acı duymuyordu, elinde herhangi bir çökme, bir oyuk da yoktu.
Ama aynı damlalar elinden çok daha sert taşı oymuştu, büyükçe bir tas oyukluğu hem de... Taşı oyanın damlanın sertliği veya taşın yumuşaklığı olmadığını düşünmesiyle, göğü baştan başa yırtıp karanlık geceyi aydınlatın şimşekler gibi bir düşünce aydınlattı zihnini. Taşı oyan, damlaların asırlar süren sebatıydı...
Mağaradan deliler gibi fırladı... Uzaklaşmak için harcadığı gayretin bir kaç misliyle medreseye dönmek için koşuyordu. Kimse kaçtığını, ilim tahsilinden vaz geçtiğini farketmeden varmak istiyordu, akşam olmadan. Bazen saatlerce kaybolduğu için bu hallerine alışkındılar. Ama akşam çökerse ararlardı... Gözleri gün batımına kaydı, akşama yetişebileceğini düşündü ve bacaklarına daha da yüklendi.
Medresenin kapısından içeriye girdiğinde akşamın alaca karanlığı çökmek üzereydi... Kan ter içinde kalmıştı... Kimseye görünmeden odasına süzüldü, üstünü başını değiştirdi. Kulaklarında damlaların asırlık faslı muttarid devam ediyor, gözlerinin önünde sertliği bozguna uğramış taşın macubiyeti canlanıyordu. Muvaffak olacaktı: Zirâ, su ile taşın mücadelesinde, sebat sırrına sahip suyun kazandığına gözleriyle şahid olmuştu...
Ertesi gün hocası da, arkadaşları da onu tanımakta güçlük çektiler. Büyülü bir eşikten geçerek istihalelerin en güzeli, en zenginini yaşamış gibiydi. Kimseye sırrını söylemedi. Ama yıllar sonra ona ibn-i Hacer* dediler, su ve taştan aldığı derse hürmeten. Sırrı duyulmuştu demek...
•İbn-i Hacer: Taşın oğlu
•Not: Hadis âlimidir. Şafiî mezhebi fıkhının büyük hazinesidir... İsmi, Ahmed bin Ali bin Muhammed bin Muhammed bin Ali bin Ahmed olup, künyesi Ebül-Fadldır. Lakabı Şihâbüddîn olup; El-Kınânî, El-Askalânî, El-Mısrî ve El-Kâhirî nisbetleri de bilinir. 1376 (H.778) senesinde Kâhirede doğdu. 1449 (H.852)da orada hayata gözlerini yumdu.
Kaynakların bir kısmı İbn-i Hacer lâkabının bir ceddinin isminin Hacer olmasından mülhem olduğunu söylüyor, tasavvuf kaynakları ise naklettiğimiz kıssaya dayandırıyor. Fakirin gönlü kıssadan yana... H.Y