İbn-i Sina birkaç yönü olan dâhi bir insandır. Gençliğinde medrese tahsilini tamamlar, daha sonra tıp ilminde derinleşmeye başlar ve büyük bir tabip olur. Onun en meşhur yönü ise ileri seviyede bir felsefeci olmasıdır.
İbn-i Sina felsefeye fazla daldığı ve insan aklına gereğinden çok fazla ehemmiyet verdiği içindir ki, metafizik konuları da yine aklın mizanına vurmaya kalkışmış; bunlardan birisi olan “diriliş” hâdisesine de yine akıl rehberliğinde bakmıştır.
Eğer, diriliş konusuna haşirle ilgili aklî deliller ortaya koyan âyetlerin ışığında baksaydı ve bu ayetlerin tefsirine yönelseydi, o büyük dehasıyla bu hakikati bulmakta gecikmeyebilirdi. Ancak, aklı esas aldığı, vahyin haberlerini de yine akılla tartmaya kalkıştığı için, bu konu üzerinde derinleşme yolunu tutmamış, “İman ederiz, ancak akıl bu yolda gidemez.” diyerek kolay yolu tercih etmiş, bu çok ehemmiyetli iman rüknüne lüzumlu kıymeti vermemiştir.
“Maddiyata tevağğul edenin maneviyatta gabileşmesi” hakikati onda da hükmünü icra etmiş ve o felsefe dâhisini, iman ve marifet sahasında, âmi bir mü’minin çok gerilerinde bırakmıştır.
Bizlerin bu konuyu rahatlıkla nasıl anlayabildiğimiz meselesine gelince, bunun sebebini Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin şu hârika cümlesinde bulabiliriz:
“...Fikrin sönük ise; Kur’anın güneşi altına gir. İmanın nuruyla bak ki: Yıldız böceği olan fikrin yerine her bir ayet-i Kur’an, birer yıldız misüllü sana ışık verir.” (Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf)
“Bir fende dâhi olan kimsenin bir başka fende ami ve tufeyli olabileceği” hükmünce, İbn-i Sina; tıp ve felsefe sahalarında dâhi de olsa, iman ve akaid konusunda söz sahibi olamamış, Kur’an'ın güneşi altına giren âmi bir mü’mine yetişememiştir.
“İşte felsefenin şu esasât-ı fasidesinden ve netâic-i vahîmesindendir ki: İslâm hükemasından İbn-i Sina ve Fârâbî gibi dahiler, şa’şaa-i sûriyesine meftun olup, o mesleğe aldanıp o mesleğe girdiklerinden, âdî bir mü’min derecesini ancak kazanabilmişler. Hattâ, İmam-ı Gazalî gibi bir Hüccet-ül İslâm, onlara o dereceyi de vermemiş.” (Otuzuncu Söz, Birinci Maksad)