Yeme içme dünyanın en güzel nimetlerinden biri olsa gerek ki, cennet nimetlerinden de biri olduğu söylenir. Bedenimiz için elzem olan yiyeceklerin peşine düşerken, bir yandan da dünyayla ilişki haline geçeriz ister istemez.
Yemeğe içmeye ihtiyaç duymayan bir yaradılışımız olsaydı eğer, kâinatla kurduğumuz ilişki de sekteye uğrardı muhakkak. Ne toprakla, ne ağaçlarla, bağ bahçeyle ilişkimiz kalırdı. Ne de hayvanlarla ve denizlerle...
Hem bedenin idamesi hem de -öncelikle- O'nun nimetlerini "tatmak" amaçlı yeme içme, sadece haz almaya kaydığında ise büyük bir külfeti bedenimize yükleriz. Bir de bakmışız anlık hazlar uğruna yağ küpüne dönüşmüşüz.
Kilo, hem sağlık açısından hem bedenin zarafeti açısından bir sorundur. Modern hayatın dış görünüşe verdiği önem sosyal bir baskı da uygulayarak, "kilolarımla nasıl görünüyorum" kaygısına sürükler kişiyi.
Aynanın karşısına geçilir. Karşılaşılan görüntü hiç de iç açıcı değildir. Hemen zayıflama kararı alınır. Bilen bilir, bu, dünyanın en zor işlerinden birinin kararıdır. Öyle olmasaydı kilo sorunu yaşayan kimse olmazdı değil mi yeryüzünde? Çünkü "ben fazla kilolarımla çok mutlu ve mesudum" diyen insana az rastlanır.
Modern hayatta kilo vermek deyince hemen akla "diyet" gelir. Terapistlik hayatımda birçok diyet öyküsü dinledim. Çoğunun özelliği ise büyük kararlar alınarak başlanan bu diyetlerin yarıda bırakılmasıydı. Önce büyük bir istekle diyetisyenin verdiği listeye uyulur, birkaç kilo verilir. Ve ardından, mükellef bir sofrayla zafer kutlamasına gelir sıra!
Zaten diyet yapmaktan, sınırlanmaktan, kotalardan kim hoşlanır ki? Ben de, her şeyi ölçüp biçmede, gram gram yapılan kalori hesaplarında bir "hesapçılık" sezinlemişimdir hep. Yemek yemenin nimetten zahmete dönüştüğü noktadır bu. Mutlak Varlığın nimetlerini "tatma" eylemi bir hesap kitaba dönüşünce işin tadı tuzu kaçar.
Ana öğünler, ara öğünler derken sürekli bir yeme telaşı içinde geçer gün. Önümüzdeki kâğıda bakarak ne yiyeceğimize karar vermek yemek yemedeki kutsallığı da bozar gibi gelir bana. Bu hesapçılık pişmiş aşa su katar adeta.
Hele hele ara öğünlere de yayılmış bir diyet programı insanı aç kalma hissinden mahrum bırakır. Sanki açlık hissi bizim ezeli düşmanımızdır, sanki bastırılması gereken bir ayaklanmadır. Bir an önce ara öğünlerle görüldüğü yerde bastırılmalıdır..
Yiyerek kilo verme isteğinde bir işgüzarlık da vardır sanki. Hem yemeden içmeden mahrum bırakmayacağız nefsimizi, hem kilo vereceğiz, ne ala değil mi?
Hele bir de bilmem neyin ve bilmem kimin diyeti meselesi yok mu? Birinin ak dediğine diğeri kara der. Her yıl bir diyet moda olur, diğerleri çöpe atılır. Şok diyetlerle verilmiş kilolar iki katıyla geri alınır.
Asıl vahim olanı da, meselenin hayatı yaşama ve yiyeceklerle bir ilişki kurma biçiminden uzaklaşıp, sadece kilo vermeye indirgenmesi ve bunun da bir takıntılı ve saplantılı bir hal almasıdır. Terbiye edilmemiş nefisleri taşıdıktan sonra zayıf olmakla kilolu olmak arasındaki fark artık sadece bir fiziksel ağırlık-hafiflik meselesidir.
Bu meselenin kısa ve öz formülü ne olabilir, diye düşünürken karşıma İbn-i Sina'nın sözleri çıktı. Zamanın Bedii'nin aktardığına göre, tıbbın bu dâhisi "Yiyiniz içiniz ama israf etmeyiniz." (A'raf: 31) ayetinin tefsirini şöyle yapar:
"İlm-i Tıbb'ı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındandır," diyerek birinci formülünden sonra yeme içmeyle ilgili formülünü açıklar (maddeleştirerek yazıyorum):
"Yediğin vakit az ye."
Son derece yalın, net ve kısa bir öneri değil mi? Bir o kadar da arzu çağının insanları olan bizler için zor.
"Yedikten sonra dört-beş saat kadar daha yeme."
"Şifa, hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam (yemek) taam üstüne yemektir."
Zamanın Bedii, "taam taam üstüne yemek" ifadesinin anlamını "vücuda en muzır (zararlı), dört beş saat fasıla vermeden yemek yemek veyahut telezzüz için mütenevvi (çeşit çeşit) yemekleri birbiri üstüne mideye doldurmaktır," olarak izah eder. Yani İbn-i Sina, bir öğünde çeşit çeşit yemeği önermez ve en az dört beş saat yememeyi öğütler.
Bunların içinde özellikle "az yemek", "doymadan kalkmak" ruhsal dünyamız için oldukça önemli geliyor bana. Çünkü mide fesadına yol açacak kadar yemek sadece mideyi bozmuyor, tüm zihinsel süreçleri de baltalıyor. Mesela, aşırı yemek yedikten sonra doğru dürüst, dikkatini vererek ders çalıştığını ya da kendini vererek kitap okuduğunu söyleyebilen çıkar mı? Çıkacağını sanmıyorum çünkü tokluk hissi insanın zihnini midesiyle meşgul eder, bu meşguliyet zihinsel ve duygusal olarak bir karmaşa doğurur, insanın kalp ve ruh dünyasıyla olan iletişim kanallarını tıkamakla kalmaz, beş duyumuzun keskinliğini de köreltir.
İbni Sina'nın öğüdü nefsimizin pek de hoşlanmayacağı bir öneri gibi görünmüyor. Çünkü nefis "tatmanın" değil "doymanın" peşindedir. Hâlbuki yapısı gereği o doymaz. Onu doyurmaya çalışmak nafile bir çabadır. Hakkı sadece tatmak olduğu halde fazlasını ona vermenin zahmetine yine o değil biz katlanıyoruz.
Zaman