15 Temmuz İşgâl ve iç savaş teşebbüsü bir anda ülkeyi yangın yerine çevirdi. Her yerde cehennemî bir gürültü hükümrân!. Kafalar adedince farklı düşüncelerin uçuştuğu tuhaf bir panayıra düşmüş gibiyiz.
Gürültünün en tuhaf kaynağı ise boy boy TV ekrânları... Vaktinde hiç bir işe yaramamış emekli askerler, hiçbir istihbarî bilgiyi zamanında merciine ulaştıramamış emekli istihbaratçılar, suya sabuna dokunmamış elleri esans kokan emekli elçiler, bir baltaya sap olmamış bürokrat eskileri bir kanaldan diğer kanala koşuşturup duruyor. Her birisi vatan kurtaran kahraman edasındaki bu tuhaf ve rengarenk kafilenin içinde bazen çok şaşırtıcı isimler de arz-ı endam edebiliyor.
İşte bunlardan birisi de Ali Bardakoğlu!.. Hatırlamadınız, değil mi? Haklısınız, çoktan unutulup gidenlerden ama Taha Akyol, Bardakoğlu’nu hatırlayıp ekrâna çıkarmış.
Şeytan, işlerini gördürecek bir işbirlikçi arayacak olsa, Hz. Cebrail’in kapısını çalacak değil, kendisi gibi bir iblisi bulur elbet. Bardakoğlu da Sezer’in bulduklarından. Tabiî, bir de Sezer’i hatırlatmam gerekiyor. Hani şu 7 yıl Çankaya Köşkünde asık emekli asker suratıyla oturan, memleketin yedi yılında müsbet hiç bir iz bırakmamış olan, Ecevit’in yaşlı bedenine doğru fırlattığı anayasa kitapçığıyla zaten büyük bir buhranla cedelleşmekte olan ülkeyi bir iflas uçurumunun başına sürükleyen eski “Cumhurbaşkanı”.
İşte Bardakoğlu, Sezer’in bu koskoca ülkede bulup Diyanetişleri Başkanı olarak tayin ettiği zât. Akyol’un o çok bilmiş suallerinden birine ne cevap vermiş biliyor musunuz? Buyurmuşlar ki:
“İbn-i Arabi, Said Nursi ve F. Gülen… Üçünün de ortak noktası; kendi yazdıklarının Allah tarafından yazdırıldığını iddia etmeleri… Böyle din anlayışı olur mu?”
Önce bir hususu tasfiye edelim. Sezer’in Başkanı sevgili Bardakoğlu, “Gülen” zındığını İbni Arabî ve Bediüzzaman’la aynı kefede tartman, yorgun şuurunun sana oynadığı bir oyun değilse, düpedüz idlâldir. Bu vebâl, âhiretini yakmana yeter. Geçiniz...
İbn-i Arabî’ye gelince, binlerce muhibbi ve müntesibi bulunan bu mübarek zâtın müdafaası bana düşmez, onlar bu vazifeyi lâyıkiyle ifâ edeceklerdir.
Said Nursi’ye gelince, Sezer’in sevgili başkanı!..
Belli ki, yüksek bir ahlâk, ince bir tevazu, keskin bir itikadın eseri olan bu derin hakikati anlamıyor ve tuhaf buluyorusun. Risâle-i Nur Külliyatında sıkça geçen, “Bana yazdırıldı, kalbime geldi” gibi ifâdeleri açık söyleme cür’eti göstermesen bile, Üstad’ın kendisini Peygamber gibi telkin ettiğini veya daha da ilerisi itikadı sapık biri olduğunu imâ ile, “Böyle din anlayışı olur mu?” diye, hiç kimsenin farkına varmadığı dehşetli bir hakikati ifşa ediyorsun!..
Bak Bardakoğlu, tuhaflık arıyorsan, zahir aklına tuhaf gelecek binlerce örnek Bediüzzaman’da bulabilirsin. Bir misâl ile yıpranmış zihnine bir nebze yardımcı olayım:
Meselâ, Bediüzzaman muhtelif eserlerinde ve defaatle, bir hüsne baktığınızda veya gördüğünüzde, “Ne güzeldir, demeyiniz. Ne güzel Yaratılmıştır, deyiniz.” diyor. Birinci ifâde ile ikincisi arasındaki büyük uçurumu görebildin mi, sevgili Başkan?..
Birinci ifadede ülfetin felç ettiği herhangi bir zihin için dikkate değer hiç bir şey yoktur, hiçbir mânâyı doğurmaz. Zihin, gözün naklettiği zevk ile iktifâya mecbur kalır. Hissesi de, bir öküzün hissesinden ancak çok az fazla olabilir.
Ne var ki, ikinci ifâde zihinde başka bir suali doğurur: O zaman bu güzel çiçeği veya kuşu veya kelebeği kim yaratmıştır?
“Ne güzel yaratılmıştır.” İfâdesinin zihne ilka ettiği bu sual, Allah’a götüren upuzun bir tefekküre kapı aralar. Zihin, o güzel hüsünde Allah’ı görür ve bir Huzur-u Daimi kazanır; kişi faziletli bir kul, faydalı bir insan olur. Anladın mı?..
Misalleri çoğaltmadan ekrânda savurduğun hezeyana gelelim mi?..
İmanın altı şartından olan kaderin mütemmim cüzünün “Hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmak” olduğunu hatırlayabildin mi?.. Hatırladın ama bunun ne demek olduğunu bilmediğin açık. Bilseydin o herzeyi yemezdin. İyisi mi, ne demek istediğini yine Bediüzzaman’dan ders alalım:
Nefs-i emmâreme bir sille-i te’dib Ey fahre meftun, şöhrete mübtelâ, methe düşkün, hodbînlikte bîhemtâ sersem nefsim! Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu; ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medih ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dâvâ ise, senin dahi sana yüklenen ni’metler için fahre, gurura, belki bir hakkın var. Halbuki, sen dâim zemme müstehaksın. Zîrâ o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz-i ihtiyârın bulunmakla, o ni’metlerin kıymetlerini fahrin ile tenkîs ediyorsun. Gururunla tahrip ediyorsun ve küfrânınla iptal ediyorsun ve temellükle gasb ediyorsun. Senin vazifen fahr değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevâzudur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedâmettir. Senin kemâlin hodbînlik değil, hudâbînliktedir. Evet, sen benim cismimde âlemdeki tabiata benzersin. İkiniz, hayrı kabul etmek, şerre mercî olmak için yaratılmışsınız. Yani, fâil ve masdar değilsiniz, belki münfail ve mahalsiniz.” (Sözler; S: 209)
Sadece bu satırları anlayarak okumuş olsaydın, vicdanın da tefessüh etmemişse o hezeyanda bulunmazdın. Metnin özeti şu:
Maddî rızık ve nimetler gibi, ilim ve irfân gibi mânevî nimetler de Cenab-ı Hakk’ın ihsaniyledir. İslâmiyet adına bu asırda büyük bir fütuhatın zemini olmuş Risâle-i Nur gibi bir nimeti temellük etmekten imtina eden o büyük ve muazzez Üstad, ihsaniyet cihetine dikkat çekmek, medih ve senalarla nefsini gururdan korumak için “Bana yazdırıldı!” diyor, büyük Hoca! Keşke anlayabilseydin...
Bak belki anlayabilirsin ümidiyle, Üstad’dan muhteşem bir hakikat dersi daha aktarayım, sevgili Diyanetişleri Reisim, büyük muallim! Yukarıdaki hakikat dersini muazzez Üstad’ım Bediüzzaman Said Nursî şöyle tuğralıyor:
“Hem deme ki, ‘Halk içinde ben intihap edildim, bu meyveler benim ile gösteriliyor; demek bir meziyetim var.’ Hayır, hâşâ; belki, herkesten evvel sana verildi. Çünkü; herkesten ziyâde sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan, en evvel senin eline verildi.” (Sözler; S: 210)
Demek ki, “Bana yazdırıldı” ne demekmiş, sevgili Bardak...!
“Risâle-i Nur gibi büyük bir nimet benim şahsî kabiliyet ve liyakatimin eseri değil, Rabb’imin büyük bir ihsanıdır. Herkesten çok da bu zamanda ben muhtaç olduğumdan bana gönderildi.” demektir.
Kalıbımı basarım ki, bu ezelî hakikatlere neden herkesten çok Bediüzzaman’ın muhtaç olduğunu da anlamamışsındır, ama izah etmeyeceğim. Ne zaman ki çıkar ekranlardan yediğin haltı temizler, özür dilersin, o zaman sana izah ederim. Anlaştık mı?
Sevdam olsa, Diyanetişleri Başkanlığı yaptığın devirde savurduğun ve küfür kokan incilerden de okuyucuya bir çuval takdim ederdim ama, yok. Bence ne yapman gerektiğini biliyorsun ve çok beklemeyeceğim!..