“Ruhumun Masalı Şehr-i Urfa”, “Entelektüel Yalnızlık” ve akabinde merakla ve sabırsızlıkla beklediğimiz “Ezeli Mağluplar” kitabı elimize ulaştı. “Ezeli Mağluplar“ kitabının adı oldukça kapsayıcı ve bir o kadar esaslı bir hakikati imliyor. Kitap, yazarın gerçekten uzun soluklu, dur durak bilmeyen, meşakkatli ve devingen okumalarının bir hâsılası olsa gerek. Müellif birbirinden farklı renga renk simaların ve dimağların hepsini nev-i şahsına münhasır üslubuyla hakikat potasında eritme başarısını göstermiştir.
“Ezeli Mağluplar “ın düşünce dünyamıza yeni bir soluk, yeni bir heyecan getireceği şüphesiz. Düşünsel ve entelektüel dünyada bu tür çalışmalar var mı, sanmam çünkü geneli kuru ve yavan. Sadece biyografik bilgi vermekten öteye geçmiyor. Düşünür, aydın vs üzerine yapılan portre çalışmaları genelde kendisinden, ideolojisinden olanlara yer verdiği için; propagandist, entegrist bir mantık örgüsü içinde yazılmıştır.
“Ezeli Mağluplar" tam da bur da yeni bir paradigma inşâ ediyor desek abartı olmaz, sanırım. Çünkü, müellif bize farklı dünyaların, fraksiyonların, cins kafalarını tanımamızı salık veriyor . Kendi düşünce dünyamızın dışındaki birbirinden farklı münevverlerin dünyasının kapılarını aralıyor bizlere. Ötekinin, bizden olmayanın iniltilerini kitabın sayfaları arasında gezerken duyumsamamız bunun en büyük kanıt olsa gerek.
“Ezeli Mağluplar” dipsiz bir kuyu gibi sizi kendine çekiyor. Daldıkça dalasınız, okudukça okuyasınız geliyor. Sizi kendine rapt ediyor. Müellif, “Ezeli Mağluplar”ı öyle ustaca betimliyor ki ; bu da onlarla yıllar yılı kurduğu ruh ilişkisinden olsa sanırım . Bunun en güzel örneklerinden birini Van Gogh’un hüzünlü, acıklı trajedisinde müşahede etmek mümkün
“…Tabanacayla göğsüne sıkmak. Tıpkı Stefan Zweig gibi. Ne feci, ne dramatik, ne kara, ne kapkara bir ölüm. Tam otuz yedi yaşında. Hayatının baharında. Şakaklarında henüz beliren birkaç damla kar. Yaşama Sevinç’i. Hayata bağlılık. Otuz yedi ayrı İnsan, ayrı beden, ayrı biyoloji ve fakat tek bir ruh. Ten ve beden kafesinden semaya doğru kanatlanış. Özgürlüğe. Bir kuş kadar hafif olmaya. Hür olmaya. Kelimelerin kifayetsiz, her şeyin yarım olduğu ve yarım kaldığı bir diyardan yeterince kafi, tam ve tamam olan bir dünyaya, bir rüyaya doğru hüzünlü yolculuk. Ama Van Gogh gibi kara, kapkara ve talihsiz bir şekilde değil, Yunus gibi beyaz, bembeyaz bir şekilde olmalı bu hazin yolculuk. Bizler Van Gogh‘u anlayabilir miyiz? Hayır, yüzyıllardır melalden melankoliye geçemeyen bir medeniyetin çocuklarıyız çünkü…” (s.19)
Yazar oldukça fasih bir üslup kullanıyor. Anlatılmak İsteneni lafazanlık yapmadan gayet vazıh bir şekilde aktarabiliyor. Üsluptan anlaşıldığı kadarıyla yazarın yelpazesi çok geniş. Müellifin dünya edebiyatından, Türk Edebiyatından, sanat, felsefe, İslamcılık okumaları yapmış olması üsluba çok büyük bir derinlik kattığı kesin. Kendinden mütevellit bir üslup. Kimseye benzemiyor. Kitabı okurken üslubun, dilin, kendine has özgül ağırlığını hissettiriyor. Dilin bütün inceliklerini güzel bir şekilde ustaca kullanıyor. Kendi kelimeleriyle konuşuyor. Yapaylık yok. Kitapta yazar kendini satırların ardında gizlemiyor. Düşüncenin “üstatlarıyla” kurduğu ilişkisini, masalını, melankolisini çıplak bir şekilde bizlere ifşa ediyor bizlere. Zaten edebiyat ve sanat birazda ifşa değil mi? Biraz cesaret ve yürek gerekmez mi?
Yazar, düşünce mabetlerinde o kadar çok dolaşmış ki; kitabın içine girince bunu hemencecik sezi veriyor insan. Şüphesiz bu mabetlerin başında Cemil Meriç gelir. Cemil Meriç’in belki de yaşayan versiyonu desem mübalağa yapmış olmam kesinlikle. Çünkü Cemil Meriç’i o kadar iyi idrak etmiş ki; yazarın kendine münhasır üslubunda Cemil Meriç kokusu duyumsamamak mümkün değil. Cemil Meriç anlatısında bu idraki görmemek elde değil:
“Cemil Meriç’in düşünce dünyası yekpare ve homojen bir alemden ziyade parçalı ve heterojen bir alemi andırır. Tarihte iki çeşit zeka damgasını vurmuştur olaylara. Biri yaratıcı zeka, diğeri terkipçi-toparlayıcı-sentezci zeka. Bu ikinci zekanın tarihimizdeki en görkemli mümessili hiç şüphesiz İmam-ı Gazali. Cemil Meriç’in zekası ikinci tip zekanın bizdeki en görünür örneklerinden biri, belki de birincisi. Zekası ‘derbeder ve dağınık bir ansiklopedi ‘ gibi. Çoğu zaman ahenk ve insicam kaybolur, ne dediğini, neye işaret ettiğini anlamayasınız. Bazen en halis bir Müslüman’ın bile sarf etmekten çekindiği cesur sözler duyarsınız, bazen de ancak bir İslam düşmanın söyleyebileceği tehlikeli sözler. Cemil Meriç bu. Zor mesele. Hayatı boyunca daima bir arayış içindeydi, buldum dediği zamanlarda bile aslında arıyordu, mutlak hakikati bulanları çok kıskanması bundan belki de. ’Aldanmak ezeli bir şifaydı’ onun için. Bazıları gibi akacağı yatağı bulamamıştı. Afgani için “her mabedin önünde sabahladı” diyerek aslında kendi ruh dünyasını ele veriyordu zira kendisi bütün pınarlardan su içti, her mabedin önünde tazimle durdu ama hiçbir zaman bir mabedin sadık bekçisi olmadı/olamadı. Zaten evin de bir ilim ve irfan mabediydi; her görüşten talibin ziyaret ettiği, istifade etmeye çalıştığı bir mabet.” (s.46)
Entelektüel, aydın, alim vs her biri ayrı bir coğrafyanın çocuğu. Bu bilişsel kavramların anlam dünyası kuşkusuz çok farklı. Her birinin ayrı bir hikayesi; ayrı bir evveliyatı var kuşkusuz. Her iki dünyada da gezintiler yapmak herkesin harcı değildir. Nice entelektüel vardır kendi kültürüne yabancı ve cahildir. Geçmiş ile tüm bağını koparıp geçmişini paçavra gibi bir kenara fırlatıp atmıştır. Geçmişin nostaljik fantezisine kendi kaptırmış, çağa anakronik kalmış nice alim zevatlar da var kuşkusuz. Biri ileriye, hep ileriye gidelim der. Diğeri tam tersine geri, hep geri gidelim der. Aslında iki portre de birbirini mobilize etmekten öteye geçmiyor, geçemiyor. Her iki kavramsal dünyada tek kanatlı, biri geçmişinin cahili, diğeri bugünü anılmaktan aciz.
“Ezeli Mağluplar“ tam da bur da daha anlamlı bir hale geliyor. Çünkü yazar herhangi bir komplekse düşmeden ‘söz’ün izini sürüyor. ‘Söz’ ve hakikatin belli bir vatanı, coğrafyası yoktur onun dünyasında. Onunkisi temellük etmek değil, temessül etmektir. Bulmak değil, aramaktır. Avuçlamak değil, dokunmaktır. Gezegenin neresinden bir inilti, bir çığlık varsa onun kulağı ordadır. Nerde bir düşünce işçiliği varsa onun gözü ve gönlü ordadır. Hakikati ararken Doğu ve Batı dikatomisi (karşıtlığı) yoktur onun lügatinde. Hem Batı’dan, hem de kendi inanç ve düşünce dünyasından haberdar. Kitap da zaten bu meşakkatli yolculuğun eseri. İki kanatlı. Mevlana’nın pergel metaforu misali bir ayağı kendi sabitelerinde diğeri ise tüm düşünce dünyalarında. Bu da yazarın ne kadar geniş çaplı bir entelektüel olduğunun kanıtı olsa gerek.
”Ezeli Mağluplar“da yazarın Yusuf Kaplan ile bir yazışması var ki; ne kadar donanımlı olduğunu bize anlatıyor aslında. Şahin Doğan “Nietzsche’nin trajedisi: bulunduğu yeri terk edememesi’ diyorsunuz. Çok güzel. Bu tespit pekala Volter, Sartre, Camus, Russel ve daha nice batılı sima İçin söylenebilir. Ama yakıcı soru şu: bulunduğumuz yeri tayin veya terk etmek kendi elimizde mi? Nitekim Nietzsche’nin izini takip eden Foucault, üstadının trajedisinin nerde gizli olduğunu görmüş ve yeni bir söz söylenecekse bu ancak hakim paradigmanın dışına çıkmakla mümkün olabilir diyerek ‘bulunduğu yeri terk edebilme iradesini ‘göstermişti. Ama vardığı yer bizce sahih ve caiz olmayan bir yerdi. Demek ki bir hakikat arayıcısı için bulunduğu yeri terk etmek yeterli değil, bizce ‘sahih’ ve caiz kabul edilen bir zemine gelmesi gerekiyor. Yani bizim bulunduğumuz zemine. Belki de Nietzsche gibi ‘insanlığın vicdanı’ olan düşünürleri sahici olarak anlamanın tek yolu “kendi bulunduğumuz yeri terk etmek”tir. Başkalarını kendimize çağırırken kendimiz hiçbir yere gitmiyor, yerimizde “efendi “gibi oturuyor, mutlak hakikatin kendi avuçlarımız arasında olduğu zannıyla düşüp kalkıyoruz. Sahi hangimiz “öteki”ni layıkıyla anlamak için kendi bulunduğumuz yeri terk etmek gibi bir tehlikeyi göze alabiliyoruz? Alamıyoruz, çünkü kendi yerimizin biricik doğru yer olduğu vehmiyle hareket ediyoruz. Fedakarlığı başkalarından bekliyoruz daima. Yerimizden kımıldamak bile ağır geliyor bize. En objektif, en nesnel biziz, ötekiler sübjektif, öznel ve daha da ilerisi ‘kasıtlı‘. Nietzsche bulunduğu yeri terk edememe gibi bir yazgı ile karşı karşıya. Peki bizim Ebu’l Ala el Maarri, Ömer Hayyam ve Nesimi gibi Nietzschemsi kuşkular içinde bocalayıp duran zevatın trajedisi ne ile açıklanacak? Sözün özü: Biz, biz kaldıkça ya da bulunduğumuz yerde durdukça ‘Deccal ‘yazarı ve benzerlerinin hiçbir zaman tam manasıyla anlatamayız. Tıpkı onların bizi anlamadığı gibi. Saygılarımla. Yusuf Kaplan’dan gelen yanıt şöyle: Güzel soru ama “yer”siz. Zira Müslüman bir yazarın Nietsche gibi bir nihilistle bu kadar hemhal olması, hemdert olması, hatta hemdost olması, ancak bulunduğu yeri terk edebilme iradesi ve çabasının eseri değil midir, be mübarek kardeşim? Ben Nietzsche’yi kendimize çağırmıyorum; Nietzshe‘nin yaşadığı trajediyi anlamaya ve göstermeye çalışıyorum. Anlam yüklemesi yapmadan, ”neyse o olarak.“ Çağırdığım şey ümmileşme’dir. Akleden kalp, ümmileşmenin yeridir: ”Nötr” bir yerdir. Aynadır: Kişinin kendisine tutacağı bir ayna ama. Güzel soruydu. Teşekkür ederim. Kalbi selam.“(s.184-185)
Taşrada kendi kıt imkanları ile, kendi kelimeleri ile konuşan “Ezeli Mağluplar” yazarı bundan dolayı gereğinden fazla övgüyü hak ediyor desem abartı olmaz. Hele de “merkezde”ki kitapların nasıl husule geldiğini bilen bir kişi olarak kitabın kıymetini o yüzden daha iyi idrak ediyorum desem mübalağa etmiş sayılmam. Peki kitapta eleştiriyi hak edecek noktalar yok mu? Tabii ki var. Hatadan hali olan sadece ilahi kitabımız Kur’an-ı Kerim kuşkusuz. Beşer mahsulü her kitap hata ile maluldür. “Ezeli Mağluplar “terkibi esaslı bir hakikati imliyor. Bu terkibin içine sığmayacak derecede olan düşünürlerin olması beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. Kitap da yer yer üslup çok canlı ve diri iken, kimi yerde sönükleşebiliyor. Bazı bölümlerin uzun, kiminin kısa kalması da biraz eleştiriyi hak ediyor. Her şeye rağmen Anadolu irfanından, dünya edebiyatından yaptığı okumaları biz okurlara altın tepside sunması takdire şayan. Velut bir yazar olma yolunda ilerleyen Şahin Doğan’a müteşekkirim. Yolu ve bahtı açık olsun.
Hakkı Aslan