İçimizdeki Kûfeliler

Metin KARABAŞOĞLU

Son Ramazan'da, yayın hayatına şu an için nokta koymuş gözüken tv111’de gerçekleştirdiğimiz iftar programının benim için en heyecan verici ânlarından biri, programın en sonundaki kısa soru-cevap faslı idi. Vaktin müsaade ettiği kadar, misafirlerimize hayatlarını en ziyade biçimlendiren, kendilerini en fazla etkileyen sûre, âyet ve hadisler ile kendileri için örnek aldıkları, bilhassa onun gibi olmak isterdim dedikleri sahabileri sorup, ‘ne’ ve ‘kim’in yanında ‘neden’ de diyerek sorup aldığımız cevaplar heyecan vericiydi. Kur’ân’a dair, hadislere dair, Asr-ı Saadet’e dair konuşmak her zaman için güzel, ama hayatın içinde, bir insanın hayatına hangi sûre, hangi âyet hangi zamanda neden ve nasıl tesir etmiş, ‘hayatın içinde’ onları konuşup görmek, müthiş öğreticiydi.

Ramazan boyu biz misafirlerimize böyle sorunca, bana, soran değil sorulan olsam ne cevap vereceğimi merak eden dostlar da oldu. Hususî bir ortamda, özellikle bir dostumun ısrarıyla, kısaca paylaştığımı hatırlıyorum, belki burada müstakbel bir yazıda daha genişçe paylaşırım. Ama o hususî ortamda, hayatına özellikle imrendiğim sahabiler sorusuna verdiğim cevaba dönüp kendim baktığımda şunu farkettim: Hayatları benim özellikle dikkatimi çeken, kendilerine özellikle imrendiğim sahabiler herkesin ilk anda aklına gelen büyük sahabilere nisbetle, daha genç sahabilerdi ve bir çocuk veya genç olarak yaşadıkları ilk yıllarında değil, büyük sahabilerin önemli kısmının vefat ettiği daha geç vakitlerdeki duruşları ve hizmetleriyle temayüz etmekteydiler. Öyle ki, en yaşlıları Efendimiz aleyhissalâtu vesselam vefat ettiğinde yirminin biraz üstünde olduğu gibi, o tarihte yaşı henüz onu bulmamış olanlar bile vardı.

Bu meyanda, hayatına en ziyade imrendiklerim içinde de, Abdullah b. Ömer ve Hz. Hasan özellikle hayatına özendiğim, imrendiğim sahabilerin başında geliyordu.

İlk günlerde, bütün dünya karşısında iken Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın, İslâm’ın, tevhidin, Kur’ân’ın yanında olmak, hayatını ve bütün varlığını bu yola koymak elbette büyük iş; bütün sahabilerden, özellikle de önden gidenlerden razı olsun Rabbimiz. Ama öte yandan, mü’minler bu defa kendi içlerinde fitneye maruz kaldıklarında, Müslüman Müslümanın imtihanı olduğunda itidalin, istikametin, sulhun adresi olabilmek de kolay değil. Nedense, sahabiler içinde benim dikkatimi öncelikle çeken, işte bu noktadaki duruşları ile Ehl-i Sünnetin yol çizgilerini belirlediklerine inandığım bu genç sahabilerdi.

Yanlış anlaşılmasın, İbn Ömer ve Hz. Hasan’ın örnekliğini bu şekilde vurgularken, Hz. Hüseyin’in duruşunu anlamadığım veya yanlış bulduğum düşünülmesin. Onun hilâfetten feragati düşünürken ağabeyine yaptığı uyarıların da, ağabeyi bu uyarıların rağmına bir karar verdiğinde ihtilafa sebebiyet vermeden o kararın ardında durmasının da, o karar verilirken yapılan sulh sözleşmesine ve Hulefâ-yı Râşidîn’den tevarüs edilen teamülü aykırı bir şekilde Yezid’in zoraki ‘halife’liği ile meselenin ‘hilâfet’ten ‘saltanat’a dönüştürülmesi teşebbüsü karşısında hayatını ortaya koyarak verdiği cevabın da kıymeti büyük.

Ama kanaatim o ki, neticede hadisatın akışı, Hz. Hasan’ın şartları, toplulukları ve kişileri daha isabetli okuduğunu teyid ediyor. Emevîlerin, başta Yezid, ilgili valiler ve komutanlar olmak üzere Kerbelâ’daki ciğersûz hadisede sorumlulukları apaçık; ama Hz. Hasan’ın güvenemediği Kûfelilerin de önce Hz. Hüseyin’i halife olarak tanıdıklarını ilan edip davet etmeleri, ama Emevî tarafından yönelen mızrakları görünce sözlerinden cayıp saf değiştirmeleri ve Peygamber torunu Hüseyin’in katline seyirci kalmaları da elbette unutulamaz.

İbn Ömer’e gelince; ikinci halifenin, emîrü’l-mü’minîn Ömer’in oğlu olmakla birlikte, siyasî makamların ve hedeflerin uzağında, ilim, ibadet ve ahlâkıyla onun verdiği dersi Ehl-i Sünnet’in yolunu çizen âlimlerin anladığı kadar bugünün mü’minlerinin anladığını söylemek zor. Mü’minlerin daha önce küfre yönelen oklarının birbirlerine yöneldiği, Müslümanın Müslümanın imtihanı ve ibtilâsı olduğu bir zeminde, Hz. Hasan’ın hilâfetten feragatiyle, İbn Ömer’in siyasete mesafesiyle İslâm’ın yaşanmak için güce, iktidara, hele ki hileli ve yalanlı siyasetlere hiç muhtaç olmadığını hayatlarıyla göstererek ‘yolu doğrultanların’ başında geldiği muhakkak. Bediüzzaman’ın tabiriyle, ‘velîlere önder’ olmak, ‘valilere önder’ olmaktan çok daha büyük, yaptığı tesir daha kalıcı.

İşte o hizmeti gören bir güzide isim olarak İbn Ömer’in ömrünün son demlerinde, ihtiyarlık zamanı hac farizasını eda ettiği günlerden birinde bir adam yanına gelir ve hayatta kalan sahabilerin en âlimi ve müçtehidi olarak kendisine ihramlı iken öldürdüğü bir sineğin hükmünü sorar. Malum, hac farizasını eda ederken bir canlıyı öldürmek, bir ot yolmak, bir yaprağı koparmak yasaktır; dahası Mekke’de Harem bölgesinde bunu yapmak ihramlı iken de, ihramlı değilken de haramdır. Lâkin, İbn Ömer’e gelen kişi hac farizasını eda ederken bir sineği öldürmüştür, şimdi bu durumdan dolayı bir sorumluluğu olup olmadığını, cezâen bir kurban kesmesi gerekip gerekmediğini araştırmaktadır.

İbn Ömer adama nereli olduğunu sorar, Kûfeli olduğunu söyleyince şu mealde konuşur: Hz. Hüseyin’i hem biat için çağırıp hem de ortada bırakarak, kanı dökülürken seyrettiniz, şimdi benden bir sineğin kanının hükmünü mü soruyorsun?

Bu olay ve bu mukabele, ilk kez öğrendiğim günden bugüne, hayata dair manidar bir ders olarak, zihnimin bir köşesinde durur. Yazık ki, mü’minlerin mü’minlerle imtihanına çokça şahit olmuş, Müslümanların Müslümanlara ettikleri kötülükleri görmüş biri olarak, yaşadıklarımla ve gördüklerimle teyid edilen bir duruma tekabül eder İbn Ömer’in verdiği tepki. Zira nefsin garip bir hilesidir, temel ilkeyi koruması gereken büyük meselelerde risk ve maliyet hesabıyla durması gereken yerde durmaz, ama ona göre daha küçük meselelerdeki ‘incelik’ ve ‘hassasiyet’le bunu telâfi edeceğini sanır. Büyük yanlışlara ses etmeyip büyük haksızlıklar, adaletsizlikler karşısında tepkisiz kalan nicelerini, ‘ne hassas adam’ yahut ‘ne de müttaki’ dedirtecek şekilde ‘ince mesele’lerle meşgul halde görürüz. Kimi kaba ve açık yanlışları göremeyen gözüyle küçücük ve önemsiz hataları büyük dert edinmiş halde estetik, zevk-i selim, güzel ahlâk dersi verdiğini sanır; kimi sakalın santimi, eşarbın rengi, takkenin ebadı veya kıyamda iki ayak arasının ideal uzaklığı gibi hususlar üzerine ekstra hassasiyetle takvâ ölçer durumdadır.

‘İçimizdeki Kûfeliler’ diyesim geliyor öyleleri için…

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (13)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.