Mutluluk denilen her tür saadet bizimle doğar. Çekirdek halindedir içimizde; ruhumuzda, kalbimizde ve vicdanımızda. Ama biz bunu çoğunlukla dışımızda, başkalarında ya da başka şeylerde ararız.
Cahiliyet dönemlerinin totem inançları, hakikati içte değil dışarıda aramanın puta tapıcılığa varan bir gidişin sonucudur. Bu bağlamda kendi üzerinde kafa yormayanlar, kendi değerlerinin ve güçlerinin farkında olamazlar; bu takdirde, kendilerinden cüssece iri ya da tehlikeli olanları kendilerine bir dayanak olarak algılamaya başlarlar. Totemizmin bütün putlarının kaynağı böylesi bir değerlendirmeden doğmaktadır. Yoksa bir rüzgâr, bir fırtına, bir kaya parçası ya da sıradan bir hayvan tanrılığa yakışır mıydı? İnsan kendini kaybederse, bulduğu her şeye, yılana bile sarılır.
İnsanlığın cahiliyet dönemlerinde vardı da günümüzde, hatta inananlar arasında yok mu bu algılama biçimi? İç dünyamızdan uzaklaştığımız an dış dünyanın tagutları daha bir saldırır üzerimize. “Enfüsi tefekkür” dediğimiz şey iç dünyamızın değer ve zenginliklerine yoğunlaşmadır. “Biz neyiz?” sorusuna cevap veremediğimizde, bizdeki arama olgusundandır ki, ister istemez içimizde hissettiklerimizin kaynağını bizim dışımızda aramaya kalkışırız. Dış dünyamız gözün ve hayalin gidemeyeceği kadar geniştir. O okyanusta içimizin kıpırdanışlarını aramak elbette karanlıkta iğne aramak kadar belirsizdir. Hele ne aradığımızı da bilmiyorsak, elimize geçirdiklerimizle yetinmek zorunda kalırız. Bu ise, bizi duygu yanılgısına kadar götürür. İlk karşımıza çıkan bir batak da olabilir. Sonradan farkına varsak bile oradan çıkmak elbette kolay olmaz. Yine iç dünyamızdan bir direnç yoksa, bütün hayatımızı orada geçirmeye mahkum ederiz.
Ne aradığımızı bilmek gerektiği kadar, aradığımızı nerede arayacağımızı bilmek de son derece önemlidir.
Dönelim girişteki ilk cümleye; insan olarak layık olduğumuz mutluluğa, saadete, rahatlığa, esenliğe, bolluğa, en azından böyle bir ruh haline.
Bir Allah’a inanmakla böyle bir güce inanmamak, bir başka deyimle ateistle teist arasında en belirgin fark nedir? Belirgin fark iç dünyadaki huzurdur. Belirgin diyorum, çünkü bu fark, er geç dışa da yansır. Bu yansıma ile dış dünya, bütün çevre, evren inanan için cennet, inanmayan için cehennem olur. İnanan için hayat bütün hazların kaynağı olurken, inanmayan yani ateist için ise acıların kaynağı.
Tevhit ya da tevhit dışı bakış, önce iç dünyamızda etkisini gösterir. Daha sonra dış dünyamızı da etkisi altına alır, oradaki karanlıkları bile ışığa boğar. İç dünyamızda dolaysız etkilediği duygularımızdır; kalbimiz, aklımız ve vicdanımızdır. Tevhit inanışıyla yolumuz üzerindeki bütün engeller kalkar. Bedende bir gevşeme ve bir rahatlama görülür. İman kuvveti derecesinde ruhta da doyumsuz haller belirir. Beden de işte bu ruhla hazlar içinde adeta uçar gibidir. Ruh da vicdan denen iyiyi kötüden ayıran, her zaman iyilikten, güzellikten ve ulvi şeylerden haz alan bu değer ölçü birimi olan esrarengiz duygu sayesinde açılıma kavuşur. Ruh ve bedenin bu anlamdaki birlikteliği, “kamil insan” olma yolunda atılan ilk adımdır. “Kâmil insan” olma, varoluşumuzun biricik amacıdır.
Duygular kesimini çözümlemeyen, başka ifadeyle onları doyurmayan, Tevhit yolunun meyvelerini bolca devşiremez. İçindeki ve dışarıdaki olup bitenlere anlam veremez. Anlamlandırılmayan her şey kördüğümdür insan için. Büyük bir bunalımın içinde olabiliriz. Buna genelde biz sebep olduğumuz gibi bazen de dışımızdakiler de sebep olabilir. Önemli olan bu çöküntünün bizi tutsak almasıdır. Duygular kesimindeki yaptığı tahribata izin vermememiz gerekir. Daha önceden duygulara yoğunlaşmayanlar, bunların işleyiş biçiminden habersiz olanlar elbette bocalayacaklar. Belki dünyalarının tamamen harap olduğuna inanacaklar. Yok, duygularını yakından tanıma becerisinde olanlar ise, şiddetli de olsa kendilerine arız olan krizden kurtulmaları zor olmaz.
Her şeyin anahtarı bizdedir; iyiliğin de kötülüğün de. Asrın adamı Bediüzzaman, “Lemaat” adlı eserinde son derece ilginç bir şekilde iki yolu birbirine kıyaslayarak edebî bir üslup içinde tasvir eder. Özetle birinci yolda, yani Allah’ın gazabına uğramış ve doğru yoldan çıkmış olanların yolunda, yani Tevhit inancının dışındaki yolda yokluk karanlıklarının her tarafı sardığını, bela ve acıların düşmanlar gibi acımasız saldırdığını, göklerden tehditler savrulduğunu, nefsimizden sayısız ihtiyaçlar fışkırdığını ve vicdandan sonsuza dek arzular uzandığını, ama buna karşılık kendi gücümüzün mutlak yetersizliğini, tek kelimeyle küfrün tamamen zifiri karanlık olduğunu; ikinci yolda, yani sırat-ı müstakîmde, yani Tevhit yolunda; her şeyde ve her yerde kolaylığın görüldüğünü, her yerde dostça karşılanmalara rastlandığını, bütün düşmanlara karşı korunduğumuzu, kalbimizin rahat ve düşmanlara aldırmaz olduğunu, hayatın bütünüyle kemale koştuğunu, bu yolda her şeyin tespih ederek büyük bayram yaşadığını, bütün kâinatın ulvi bir musiki olup çeşitli terennümlerde bulunduğunu bizzat müşahede edip gözlemlediğini belirttikten sonra, yine özetle bu dünyada tam bir hazzın alınabilmesi için iç dünyamızın köşe taşı değerlerine yoğunlaşmanın gereğine sözü getirir. Ve “Şimdi ne kadar kalp ikaz edilirse, vicdan tahrik edilse, ruha ihsas verilse, lezzet ziyade olur. Hem de döner ateşi nur, şitası yaz (Lemaat).” der ve değerlendirmelerin sonuna doğru kalp, vicdan ve ruha gösterilecek özenle elde edilecek verimin insanın bizzat elinde olduğunu ifade eder.
İnsanı insan yapan bu üç ana öğe, yani “kalp”, “vicdan” ve “ruh”un sonsuz arzuları doyurulmadan rahatlığa erişilemez. Erişilemez; çünkü içimizde var olan ve ama bu ana zenginliklerimizin hiç de elimizde olmayan ihtiyaçları, istekleri bitmez. Bunlar karşılanmadıkça biraz düşünenler için gün yüzü görmek mümkün değil. Üstelik birileri, yani bedenimize hâkim olmak için iyi yanımızla yarış halinde olan şeytan ve yandaşları, geçici de olsa bunları karşılamaya koşarlar. Eğer asıl cevapların yerine bu yalancı ve sahte cevapları alıp da kalbimiz, vicdanımız ve hatta ruhumuz yine sahte bir rahatlamaya girerse, aramayı bırakıp bu kısır döngüde oyalanıp kalırlar. İşte bu, şeytana ve nefse teslim olmak demektir. Sonucu, bu değerlerimizin yaratılışlarına uygun tatminleri gerçekleşmediği için mutlak huzursuzluktur. Böylesi huzursuzluğun en büyük acısını inanmayanlar çeker; diğer küçük acıları inanıp da iç dünyalarının gereğini yerine getirmeyen inananlar. Fıtrata göre hareket etmeyenler, derecelerine göre bu tür acılara bulaşırlar.
Asrın Adamının bu tespitinden bir önceki tespiti daha ilginç: “Bir saadet-i acile, vicdanda münderiçtir. Bir Firdevs-i manevî, kalbinde mündemiçtir. Düşünmekse deşmektir, şuur ise şiar-ı raz.” Açılıma son derece uygun olan bu tespit, aslında huzurumuzun, cennetimizin, en büyük hazzımızın içimizde, duygularımızda, kalbimizde ve vicdanımızda olduğunu ortaya koyar. Düşünerek deşebiliriz iç dünyamızı ve yapılması gerekenler ancak bilinç düzeyinde olunca gizli olan sırları açığa çıkarır. Dolayısıyla iç dünyasına yoğunlaşamayanların, kendilerine uygun yolu bulmaları çok zor.
“Kalp” nasıl uyarılır? Sevginin, aşkın ve şefkatin kaynağı olan kalbi, herhalde şiddet göstererek uyaramayız. Kalp, güzelliklerden, iyi şeylerden, öyle bugün var yarın yok değil sonsuzluğu çağrıştıranlardan ve saygı uyandıran hallerden hoşlanan bir duygumuz. Buna bağlı olarak sayısız yan duygularımız da var. Hoşlandığı değil de hoşlanmadığı kaba davranışlarla nasıl doyuma ulaşır? Doyuma meşru yollardan ulaşamayan kalbimiz ve buna bağlı duygularımız aç demektirler. Artık önüne gelen şeyle açlıklarını gidermek zorundadırlar. Şeytan ve nefsimiz asla uyumadıkları ve her an fırsat kolladıkları için, kalbimizin önüne süreceği çok eğlendirici ve oyalayıcı şeyler bulurlar. Bir başka şekilde uyarılmadığımız sürece şeytanın tuzağına böylelikle düşmüş ve kalbimizin haklı isteklerini köreltmiş oluruz.
“Vicdan” da kalbe paralel olarak hareketlendirilmelidir. Sürekli uyanık bulundurulmalıdır. Küfrün o karanlık yolundan, o elim acılardan bir yol bulup kurtulamazsak, yani şeytanın tuzaklarından yakamızı sıyıramazsak, vicdanımızın sesi de kesilir, öyle bir noktaya gelir ki, tamamen tefessüh eder, işlevselliği yok olur. Haksızlıklar karşısında suspus olur. Ondan doğru ne bir ses ne de bir fısıltı duyabiliriz. Bu halde vicdan da şeytana ve nefse yenik düşer.
“Ruh”umuz da ebedi şeylerden hoşlanır. Ona gerekli özeni gösteremezsek, yani ufuk ötesiyle bağlantı kurduramazsak, ruhumuz bir damla suda boğulmakla karşı karşıya kalır.
Bu duygularımıza bakımın elbette hayattan örnekleri çoktur. Bediüzzaman’ın yukarıdaki alıntıya bir kitap hacmi kadar açıklama getirilebilir. Ancak amacımız bu değil şimdilik. Sadece iç dünyamıza gereken özeni vurgulamak istedik. Örnek olarak, çocuk kalbini verebiliriz. Çocuk kalbi, günahsızdır, güzellik ve iyi şeylere hazırdır. Şiddet uygulayan bir aile ortamında yetiştiğini düşünelim. Yetişkinliğinde sevgi ve şefkat ondan bekleme şansımız olamaz. O canavarları da arkada bırakan bir acımasız canavardır artık. Neden? Çünkü, asıl isteklerini, yani güzellikleri, sevgiyi, şefkati ve her tür estetiği ondan uzak tuttuk ve hatta onu sık boğaz ettik. Onu biz değil, başkaları, şeytan ve nefis ele almış; onların emrine girmiş. Ama seven bir aile ortamında yetişseydi, çiçek, hayvan ve doğa sevgisi verilseydi, bir kalp okulunda eğitime tabi tutulsaydı, her süreçte duyguları karşılansaydı, elbette karşımıza çıkacak olan seven, acıyan, sanattan hoşlanan bir kalp olacaktı.
Üstad’ın bu önemli tespiti üzerinde düşünüp gereği yerine getirilse, bizi elbette “Firdevs” cennetlerine ulaştırırdı. Dünyamız bir o kadar genişler ve içinde ruhlarımız sonsuzluk ufuklarına uçup yine kendimize dönerdi. Önümüze hiçbir engel çıkmazdı.
Kalp, vicdan ve ruh üçlüsü, bu üçlüye bağlı sayısız duygularımız, elbette bir eğitime tabi tutulmalı. Onlarla elbette ilgilenilmeli. Aksine onları bizim elimizden alacak, bizim içimizden koparacak çok sinsi düşmanlarımız var. Bunlarla ilgilenmemek, seslerine kulak tıkamak ve bunlara gerekli bakımı yapmamak demek, kendi elimizle bu iç zenginliklerimizi başka ellere teslim etmek demektir.