Bediüzzaman bağlamında ve ekseninde en çok tartışılan meselelerden birisi mehdiyet, seyitlik ve içtihat meselesidir. Bu meselelerde bazen yanlış anlamalar olabildiği gibi bazen gereksiz kırgınlıklar da yol açabilmektedir. Bundan dolayı iyi izah edilmeli ve efradına cami ve ağyarına mani tanımlamalar yapılmalıdır. Öncelikli olarak şunu belirtmemiz gerekir ki, her müçtehit müceddit olmadığı gibi tersi de doğrudur. İçtihat kurumu ile tecdit kurumunu kendi nefsinde cem eden ve toplayan ender isimlerden birisi İmam Şafii’dir. Bu anlamda ismi öne çıkan bir diğer müceddit ise Celaleddin Suyuti’dir. Lakin son hadis camii ve muhaddislerinden birisi olan Suyuti’nin mücedditliği hususunda bir genel kabul olmasına rağmen akranları ona müçtehitlik payesi vermemişler ve bu makamı ona yakıştıramamışlardır. Müçtehitliği reddedilmiştir. Halbuki, Suyuti de, Hanbeliler ve Şiiler gibi her asırda içtihadın lüzumuna kail olmuştur. Dolayısıyla onun müçtehitliğinin reddi daha ziyade beşinci asırdan sonra yaşamış olmasıyla ilgili görünmektedir. Diğer ağırlık kazanan görüşe göre içtihat kapısı açık olsa bile dördüncü ve beşinci asırdan itibaren bu kapıyı açmak ve aşmak imkansız değilse bile zordur.
Eslaf gibi müçtehitler de bazı asırlara mahsus ve özgüdürler. Mutlak müçtehit niteliğine haiz müçtehit sonraki asırlarda ya gelmemiş ya da Suyuti örneğinde olduğu gibi tartışmalı olmuştur. Lakin bilmemiz gereken nokta şudur ki, her müçtehit müceddit her müceddit ise müçtehit değildir. Olması da gerekmez. Bununla birlikte, bazen tecevvüzen veya tesemmühen yani geniş yüreklilikle tasavvuf gibi alanlarda da içtihat yapıldığı savunulmuştur. Tuğrul İnançer gibiler bunu savunmaktadır. Halid-i Bağdadi’nin mürit olmayanları zikir halkasına almaması belki örneklerinden biri kabul edilebilir. Dolayısıyla diğer alanlarda da mecazen içtihadın varlığı kabul edilebilir. Günümüzde ise Hasan Turabi gibiler herkesi müçtehit saymaktadırlar. Onların ölçüleri sulanmış ve iyice (large) larc olmuştur.
Mücedditler ise genel olarak fıkıhta, hukuk alanında veya mezhepte müçtehit olmayıp, din veya davet usulü özelinde müçtehittirler. Bu bağlamda mesela, Mevlana ve Bediüzzaman da usul-ü davette ve dini yaşantı ve coşkuyu ihyada müceddittirler ve özellikle de kelami konuların yeni kalıplar içinde sunulmasında ve ifadesinde yeni yöntemler geliştirmişlerdir. Kelam konusunda da en azından bazıları müçtehit sayılabilir. Suyuti, Cem’ül cevami adlı kitabında müçtehitlerin manevi kemalatta da büyük derecelere nail ve haiz olduklarını ve sahabelerden sonra geldiklerini beyan buyurmuşlardır. Bu açıdan mücedditler ile müçtehidler arasında yapılan makam mevkii veya fazilet üstünlüğü noktasındaki kıyaslamalar zait ve gereksiz veya tartışmaya açık kıyaslamalardır. Bu bağlamda, mücedditleri yükseltirken müçtehitlerin derecelerini tenkis etmek hele erbabı olmayanlar için sakınılması gereken bir husus ve vartadır. Ve dinde cidal kapısını açmak olur.
Bediüzzaman ile dört imam arasındaki fazilet kıyaslamaları da belki bu bağlamda değerlendirilebilir. Renkler ve zevkler tartışılmaz olsa ve dolayısıyla sevgi mizana vurulmasa da bu hususta beyne’l müslimin arasında gereksiz tartışmalar açacak hususlardan da sakınılması evladır (Bir örnek olarak, Ahmet Fuad Efendi, Yılmaz Dinç, Nesil, s:153). Bediüzzaman ile Eimme-i Erbaa (dört büyük imam) arasındaki mukayese bize Mevlana ile müçtehitler arasında yapılan bir mukayesenin de akislerini hatırlatmaktadır. Mesele Ahmet Sevgi’nin aktardığı gibi (Yeniçağ, 16 Nisan 2010, Yeni Çağ) hulasa şöyledir:
“Mevlânâ müçtehit midir?
Eskiden “mektup” yaygındı. İnsanlar duygu ve düşüncelerini bir kâğıda yazarak muhataplarına iletirlerdi. Bu tip yazışmaların bazen tarihe ışık tutacak önemli bir vesika haline geldiği çok görülmüştür. İşte sizlere bugün böyle bir mektup sunmak istiyorum.
Kemal Edip Kürkçüoğlu (ö. 15 Nisan 1977) Ankara Ünv. İlahiyat Fakültesi’nde Öğretim Görevlisi iken “Dinde Reform Meselesi” (Ankara 1957) adlı bir kitap neşreder. Eserin 43. sayfasındaki “Gerçek budur ki Mevlânâ câhiddir, mücâhiddir, lakin” din adamı “mânâsıyla müctehid değildir” ifadesine Mevlânâ’nın torunlarından tıp tarihi profesörü Feridun Nafiz Uzluk’un (ö. 27 Eylül 1974) karşı çıktığını duyan Kürkçüoğlu, F. Nafiz Uzluk’a bir mektup yazarak konuyla ilgili düşüncelerini iletir. Aslı -kendi el yazısıyla-(eski yazı) SÜSAM arşivinde bulunan söz konusu mektup şöyledir:
“Çok muhterem üstâdım, efendim!
Diyânet İşleri Riyâseti’nce neşredilen “Dinde Reform Meselesi” isimli risâle-i âcizânemde “Mevlânâ müctehid değildir” deyişim dolayısıyla “Bu eseri müşâvere heyeti görmedi mi? Bu söz yanlıştır” yollu itirazda bulunduğunuzu naklettiler.
Hazret-i Mevlânâ’ya karşı beslemekle müftehir olduğum derin tazîm, tekrîm ve tebcîl duygularını “sem’a’l-yakîn” bilirsiniz. Yıllardan beri ona “şâirdir, mütefekkirdir, feylesoftur, reformatördür...” derler. Bense sırr-ı Mevlânâ’yı şiirin, tefekkürün, felsefenin, formasyon-reformasyon kîlükâlinin üstünde, insan idrâkinin kolay kolay ulaşamayacağı bir mevki-i bülendde görürüm. Ve bunu her fırsatta tasrîh, Pîr-i rûşen-zamîrin mübârek isimlerini kalkan ittihaz ederek binâ-yı tevhîdi yıkmak isteyenlerin uyandırdıkları yanlış zehâbları dilim döndüğü kadar tashîh eylemeyi vecîbe sayarım. Mâlûm-ı üstadâneleridir ki Hazret-i Mevlânâ, cedd-i ekremim cenâb-ı Gavs-ı Âzam gibi Hanefiyyü’l-mezheb bir veliyy-i sütûde-meşrebdir. Bir ıstılâh olarak ictihâd: “İcmâ ve kıyâs vâdîlerinde kavâ’id-i şer’iyye vaz’ına müncer bulunan cehd-i ilmî” dir. Sayıları binleri aşan kütüb-i fıkhiyye de hep bu yoldaki cehdlerin mahsûlüdür. Hazret-i Şems’e mülâkî olduktan sonra Rabbânî inşirâha mazhariyetle ilim satırından irfân sadırına geçen, vücûd-ı fânîden şuhûd-ı bâkîye göçen Cenâb-ı Mevlânâ, bütün aktâb-ı kirâm gibi câhid ve mücâhid bir âşık-ı İlâhîdir. Kendilerinin de işaret buyurdukları vechile: “Âşıkân ez-millet ü mezheb cüdâst//Âşıkân-râ millet ü mezheb Hudâst.” Bizim huccet-i kâtı’a ve sâtı’amız budur.
Âsâr ve ahvâl-i âcizânemin nekâyısdan berî olduğunu iddia edecek kadar küstâh değilim. Kemâl, ancak Allah’a mahsûstur. Hatâ bizim, atâ onun!..
“Dinde Reform Meselesi”ni pâymâl-i mütâla’a buyurduğunuzdan dolayı minnettârım. Sadr-ı erkânı bulunduğunuz Tıp Fakültesi’nin neşriyâtına ve mensuplarından bazılarının rûh-ı celîl-i İslâm’ı yaralayan sözlerine, yazılarına dâir risâle-i fakîrânemin 61-65. sahifelerinde temâs edilen husûslar hakkında da aynı alâkanın izhâr ve ibrâzına, taş yağmurunu hoş göre gelen gerçek dostlarımızın gül ile bile incitilmemelerinin şi’âr-ı mürüvvet addine müsâ’adelerini, vâki’tasdî’ime müsâmahalarını hürmetlerimle arz ve ricâ ederim, efendim.
Hademe-i İlâhiyât ve edebiyâttan olmakla müftehir
KEMAL EDİB KÜRKÇÜOĞLU.
11/8/1958”
Ölümünün 33. yıldönümü dolayısıyla, bir vesika niteliği taşıyan bu mektubu kamuoyunun bilgisine sunarken Kemâl Edip Kürkçüoğlu’na Allah’tan rahmet diliyoruz...”
Herhalde Mevlana ile ilgili tartışmalardan günümüze de huzmeler halinde bazı ibret levhaları yansır ve akseder. Sevgi iyidir lakin çekişme nedeni olmamalıdır.