Son model bir arabanız var, fakat gidecek bir yeriniz yoksa arabanızın varlığı hiçbir şey ifade etmez.
Resim yapma kabiliyetiniz var, fakat resim yapma arzunuz yoksa, bu kabiliyetin sizde var olmasıyla, yok olması arasında fark yoktur.
İnsanları harekete geçiren daima amaçlar, idealler, hedeflerdir, araçlar değil. Araçlar daima amaçlar, idealler, hedefler için vardır. Amacın, idealin, hedefin olmadığı yerde en mükemmel araçlar, bütün üstünlüklerine rağmen işe yaramazlar.
Bugün fertler için amaç köşeyi dönmek, aileler için amaç, çocuklarını üniversiteye hazırlamaktır.
Köşeyi dönme, çocuğunu üniversiteye hazırlama, bir amaç olarak kabul edilebilir belki ama bunlara ideal demek mümkün değildir. Eğer bunlara da ideal deseydik, her insanın ideal sahibi olduğunu kabul etmek zorunda kalırdık.
İdeal de bir amaçtır, gayedir; ama alelâde bir amaçtan farklıdır. İdeal, insanın kendi şahsını veya çocuğunu düşünmesinin ötesinde, daha ulvî, daha yüce bir düşüncedir. Üstad Bedîüzzaman şöyle der: “Bir gaye-i hayal (ideal) olmazsa, yahut nisyan basarsa, ya tenâsi edilse; elbette zihinler enelere dönerler, Etrafında gezerler.”
Üstad zihinlerin “enelere” dönmesini ideal olmayışına bağlıyor. “Ene”lere yönelmiş zihinlerin amaçları yine kendi “ene”leridir.
İdeal, insanın kendi nefsini unutarak, milletinin veya insanlığın faydasına olan bir düşünceyi benimsemesi, onu hedeflemesi, gerçekleştirmeye çalışmasıdır. İdealist insan kendini idealine adamış insandır.
Millet olarak amaçlarımız, ideallerimiz var mı?
Ben şahsen, millet olarak bize lazım olan bütün “araçlara” sahip olduğumuza inanıyorum. Fakat bu “araçları” işe yarar hale getirecek “amaçlara” sahip miyiz? Hayır!
Amaçsız oluşumuz, araçlarımızı işlevsiz hale getirmektedir. Hatta araçlarımızın varlığından bile kuşku duymamıza sebep olmaktadır.
Millet olarak son yüzyılda kaybettiğimiz en büyük şey ideallerimizdir, araçlarımız değil.
İdeal, milletler için sihirli değnek, bakırı altına dönüştüren simya gibidir.
Osman Gazi’nin bir ideali vardı. Bu ideali onun aşireti de benimsedi. Daha sonra bu ideal imparatorluk ideali haline dönüştü. Osman Gazi’nin ideali, Osmanlı İdeali oldu. Bu ideal 400 çadırdan, üç kıtaya yayılmış 20 milyon kilometrekarelik bir cihan devleti ortaya çıkardı.
Yahudiler üç bin sene boyunca, devletsiz ve dünyanın her tarafında dağınık, sefil bir hayat sürdüler. Onları bu perişanlıktan kurtaran ve dünyaya bir bakıma hükmettiren Siyonizm ideali oldu. 20. Yüzyıl başında Siyonizm düşüncesiyle bir ideal etrafında toplanan Yahudiler 1948’de –başımızın belası olan- İsrail devletini kurdular. Bugün Yahudilerin nüfusu bütün dünyada 20 milyon civarında olduğu halde, onların dünya siyasetinde ve ekonomisinde büyük etkileri olduğunu görüyoruz. Bütün bunların temelinde Yahudilerin bir ideal etrafında toplanmaları vardır.
Ve bir milyardan fazla Müslüman’ı perişan eden de idealsizliktir!
Bugün perişan isek bunun temelinde, idealsizlikten kaynaklanan, millet olarak ne olduğumuzu, ne yapacağımızı, ne yapmamız gerektiğini bilemeyişimiz vardır.
Tarihte en büyük imparatorluğu kurarak kendini ispatlamış bu milletin, potansiyel büyük bir gücü var. Muhtaç olduğumuz kudret uzakta değil. Fakat unutmayalım ki, “Kontrolsüz güç, güç değildir” veya “Başkaları tarafından kontrol edilen güç, güç değildir.”
Gücümüzü başkalarının veya kendimizin heba etmemesi, bir ideal etrafında disiplinli bir çalışmayla mümkündür.
Gücümüzü kuvveden fiile çıkaracak olan tek şey “biz”e âit idealdir.
Gücümüzü güç olmaktan çıkaran/çıkaracak olan da idealsizliktir.
HİMMETİNİZ YÜKSEK OLSUN!
“Kuş kanatlarıyla, insan himmetiyle uçar” der Mevlâna.
Üstad Bedîüzzaman da “İnsanın kıymeti, himmeti nisbetindedir. Himmeti ise hedef ittihaz ettiği şeye göredir” der. Kimin hedefi büyükse, onun himmeti de büyük olacaktır. Himmeti büyük olanın kıymeti de büyüktür. Tarihteki bütün büyük şahsiyetler himmetleri büyük olan insanlardır. Bu, hayırda da şerde de böyledir. Mevlâna, himmeti âli olmaya teşvik bâbında “Çalacaksan inci çal” demiştir. Yani düşük ve küçük şeylere himmet etme.
İsa (as) havarilerle karşılaştığında onlar balık tutuyorlardı. İsa (as) onlara “Benim peşime düşün size insan avlamasını öğreteyim” dedi. Havariler balık tutmayı bırakıp İsa (as)’ın peşine düştüler ve insan avlamayı öğrendiler. Hıristiyanlık onlar sayesinde yayıldı ve din tahrif edilinceye kadar binlerce insan onlardan hak ve hakikati öğrendi.
Bir Yahudi tarafından hazırlanan “Yeşeren Çöl: İsrail” adlı broşürde şöyle bir olay anlatılır: “Tel-Aviv şehrinin kurulduğu yıllarda bu bölgeyi işgal etmiş bulunan İngiliz kuvvetlerine kumanda eden bir General: “Deve kanatlanıp uçacağı zaman, bu kumlar üzerinde bir şehir kurulur” demişti. Bu gün Tel-Aviv şehrinin meydanlarından birine kanatlı bir deve heykeli dikilmiştir.”
Deve kanatlanıp uçar mı?
Gayretli insanların himmeti “deve”yi uçurabileceği gibi, başka şeyleri de uçurur. Yeter ki istenilsin!
Bir filozof “Gerçekçi olun ve imkânsızı gerçekleştirin” der. Dünya tarihinde imkânsız zannedilen, ama gayretli insanlar tarafından gerçekleştirilen pek çok olay vardır.
Himmeti yüksek olanlar, imkânsız zannedilen şeyleri gerçekleştirirler. Himmeti yüksek idealist insanlara ihtiyacımız var.
***
Abdülkerim Ceyli “İnsanı Kamil” adlı kitabında “himmet” hakkında şunları anlatır:
Bil ki, Allahü Teâlâ’nın insana bıraktığı en aziz şey, ‘himmet’ olmuştur.
Yüce Allah himmet üzerine “Karib” yani, “yakın” ismiyle tecelli etti. Ve ona “Serî-ül Mucîb” yani “çabuk icabet eden” ismi ile nazar etti. Adı geçen tecelli ile “Himmet” kalplere uzak olan her şeyi yakınlaştırma istidadı kazandı. Adı geçen nazar sayesinde ise istenen şeyin ele tez geleceğini ifade etti.
İşte, anlatılan bu mânâ icabı olarak: himmet sahibi, bir şeyi niyetine alıp ayağı üzerine kalkınca, niyet ettiği şeye kavuşur.
Onun işe kalkışı iki şekilde olur:
a. Hâle bağlı bir durumdur. Bunun açık mânâsı şudur: niyette tayin edilen şeyin olacağına kesin bir yakîn [sarsılmaz bir inanç] sahibi olmak.
b. Fiile bağlı bir durumdur. Bunun da açık mânâsı şudur: Himmet sahibinin duruşları ve hareketleri tüm olarak, himmet edip niyetine aldığı şeye uygun olmalıdır.
Durumu anlatıldığı gibi olmayana “Himmet Sahibi” denmez. O yalancı emellerin sahibidir. Yutucu temenniler peşindedir.
Bir ülke arayan gibidir, ama mezbeleden ayrılmaz..
Hâli böyle olan bir kimse, aradığını bulabilir mi?
Durumu anlatıldığı gibi olan kimse, kaleme mürekkebe sahip değildir. Yazı usûlünü de bilmez. Böylesi nice mektup yazmayı ister? Hem niçin ister?
Bu misaldeki mürekkep: himmet kastının bir şeye yönelmesidir.
Bu misaldeki kalem: arzu edilen şeyin olacağına yakîn hâsıl olmasıdır.
Yazı usûlünü bilmek: niyete alınan iş için güzel amellere girmektir.
O kimse ki, anlatılan vasfa sahip değildir, himmet nedir bilmez. Çünkü himmet namına onda bir şey yoktur… Sonra himmet nedir hiçbir haberi yoktur.
Ama fiilleri talep ettiği şeye uygun olan, bu anlatılana benzemez.
Özellikle himmet bâbında ciddi bir çaba harcayana, arzu edilen şey en çabuk yoldan gelir.
Özlü bir azme sahip olan, anlayışında isabet bulunan kimse, bu himmet işine başladığı, bu denizin derinliğine daldığı zaman ona âit olan yolların sarplığına bakmaz ve oralarda çıkacak tehlikelere aldırış etmez.
Aşağıdaki yazı ehemmiyetine binaen Peyami Safa’nın, “Eğitim, Gençlik, Üniversite” adlı kitabından alınmıştır.
İDEAL VERİNİZ, İDEAL!
Peyami Safa
Bilirim, ideal ne verilir, ne de alınır. Kahraman, sanatkâr, filozof yapılı büyük adamlar, yani adamların en büyükleri, milletin ruh izbesinde saklı iştiyakı, bütün dolgunluğuyla kendi ruhunda duyar, fırlar, haykırır, yığının karanlık hamlesini aydınlatır ve şuurlandırırlar. İdeali olmayan millet yok, fakat idealinin farkında olmayan, neyi seveceğini şaşırdığı için dostunu düşmanından ayıramayan millet çoktur. Fikir ve heyecan plânında cephe buhranı, iman buhranı, ideal buhranı geçiren memleketlerde, bütün bu tezatlar ve tereddütler korkunç bir ahlâk buhranı doğurur.
Nerede bir ahlâk buhranı varsa orada bir millî iman ve bir millî ideal buhranı vardır. Neye inanacaklarını şaşırmış nesiller, hayatın illetini de, gayesini de yine hayatın içinde aramaktan ve gününü gün etmeye çalışarak yalnız kendi keyifleri için yaşamaktan başka bir varlık felsefesine inanmaz olurlar. O memleketlerde ispirto, su gibi içilir; zina, bütün zekâ ve estetik zevklerini bastıran hâkim ve üstün bir heyecan kışkırtıcısı haline gelir; kumar, her zengin evinde yeşil çuhası ile postu serer; kadınlar arasında elmas ve süs yarışı alabildiğine kızışır; müthiş kıtlık günlerinde bile eğlence yerleri dolup taşar; iltimas, rüşvet, hırsızlık, sûiistimal resmî ve hususî hayatta -argoyu mazur görünüz- gırla gider.
Böyle milletlere ideal veriniz, ideal!
İdealden muradım, bir milletin cihan davasındaki iş bölümünde hakikî rolünü ve cephesini hissederek şahlanmış bir kudret iradesi ile tek hedefe doğru bütün enerjilerini birleştirmesi, yekpâre ve yekvücut olmaya doğru hamle etmesidir. Refah, bir millî ideal değildir. Bundan apartman yaptırmak ve çalmak hırsı doğar. Bilakis millî ideal için refahın feda edilmesi lâzımdır.
Milletlere ideal veriniz, ideal!
Veriniz”den muradım, ruhların dibinde yatan ve uyuklayan müşterek (yani millî), sosyal (yani millî), ferdî isteklerden ve iştahlardan üstün (yani millî) temayülleri uyandırmak, şuura ve göz kamaştırıcı bir aydınlığa kavuşturmaktır. Kahraman, sanatkâr, filozof yapılı büyük adamlar, yani adamların en büyükleri buna memurdurlar.
İdeal veriniz, ideal!
(Peyami Safa, Eğitim, Gençlik, Üniversite, s.173. Ötüken Neşriyat. 1978)