Ruhumuzun dışında, düşünerek varolduğunu sandığımız, madde değildir. Onları gördüğümüz için, onlara dokunduğumuz için şeylerin varolduğunu düşünüyoruz; bu duyumları bize verdikleri için, onların varlığına inanıyoruz. Ama duyumlarımız, bizim, ruhumuzda sahip olduğumuz fikirlerdir.”
Georges Berkeley
Eşyayı sorgulayan her girişimin tam orta yerinde, insanı kendisiyle meşgul eden bir ikilemin olduğu göze çarpar: Madde ve Ruh. Mefhum ve unsurlar, kavram ve nesneler şeklinde dilimizde yer etmiş binlerce kelimenin bizde uyandırdığı şeyler çok farklı da olsa; genelde birbirlerinden kolayca ayrıştıklarını gözlemlediğimiz bir ortam vardır ki; işte bu, felsefenin tadının hissedildiği düzlemdir.
İsimlendirmek ve sınıflara ayırmak insan için kaçınılmaz bir faaliyettir. Adlandırma yapılırken de kaba şekilde sınıflandırmaya gidildiği görülür. Eşyanın sınıflandırılmasının ilk ve en bilinen basamağı varlığa ilişkin tasniftir ki bu, elde bulunanların dökümünden başka bir faaliyet değildir. Asıl ve ciddi tasnifin varlıkların maddi ve maddi olmayan (madde ve ruh) şeklinde guruplandırılmasıyla başladığı söylenebilir.
Madde ya da maddi varlık derken bu duyu organlarımızla temas kurduğumuz “dış dünya”nın kendisidir. Biz dış dünya ile ilişki halindeyken öncelikle maddi olan düzlemiyle temas kurarız. Bu temasın gerçekleşmesinde aracı olan dış dünyaya ait diğer unsurlar da maddi yapıdadır. Bir unsurun renk, koku, konum ve durumu üzerine bizde oluşan her türlü kanaât, duyularımız sebebiyle ve yardımıyla oluşur. Maddi unsur öğenin kendi iken, bende süregiden ögeye ilişkin izlenim düşünce (ya da fikir) dediğimiz şeye dönüşmüştür. İşte varlık (madde) ile onların bizde uyandırdığı izlenim (düşünce) arasında nasıl bir ilişkinin var olduğu felsefenin başucu problemidir. Madde ile düşünceden birisi dahi olmasaydı, felsefe de varolmayacaktı.
Madde ve düşünce arasında yaşananları açıklayacak olan iki tür cevaplama tarzından birisi materyalist diğeri idealisttir ki; idealist düşünme tarzının insanlığın ilk zamanlarında çok daha yaygın, daha belirgin ve kavramsal olarak daha kolay kabullenebilir bir konumda olduğu genel kabule mazhardır. Materyalist yaklaşımın bilim gibi çeşitli unsurların gelişimine muhtaç olması, idealizmin çok gerisinden yarışa başlamasını zorunlu kılmıştır.
Ruhun bekâsı, İdealizmin temelini oluşturur. Tanrının varlığına bağımlı olan bir dünyada da tanrıya bağımlı olmaksızın devam eden dünyada da, esasında ruhun belirleyiciliği vardır. Madde, ezeli olan ruh tarafından, ya da en figüratif ruh olarak tanrı tarafından yaratılmıştır. Var olan ruhlar Tanrıdan şuyu’u etmiş (taşmış); madde de bu ruhlardan indirgenmiştir.
Görüleceği üzere, idealizmin dediği şey herşeyin sadece bizim zihnimizde varolduğudur. İdealizm hem oldukça kabul gören hem de materyalist felsefece en fazla eleştirilen bir düşünce olarak bilim, akıl ve materyalizm çağında dahi yaygın şekilde hayatı şekillendiren bir yapıya sahiptir.
Berkeley, duyularımızla algıladığımız nesnelerin, fikirlerden başka bir şey olmadığını, fikirlerin de ruhumuzun dışında varolamayacağını felsefi düzlemde savunan en önemli filozoftur. O; Locke, La Mettrié, Hobbes, Descartes, Spinoza ve Leibniz… ile beraber bir tartışma ortamında, 17. Yüzyıl Klasik Avrupa Felsefe dünyasının kavramlarıyla; sağduyumuzun (common sense) bize maddenin var olduğunu açık bir biçimde gösterebilip gösteremeyeceğini, maddenin varlığını reddetmenin bizi bir septisizme götürüp götürmeyeceğini… tartışırken, bir psikoposun evlatlarına vaaz verişi gibi seslenmiştir. Diderot, Berkeley’in sistemini “insan aklı ve felsefe için ne utanılacak bir şeydir ki, hepsinin en saçması olduğu halde, savaşım verilmesi en güç olan sistem” olarak tanımlar. Gerçekten de İdealizm, genel itibariyle madde ile düşüncenin birbirinden bağımsız olarak varolduklarının, hatta maddenin düşünceyi meydana getirdiğini kabul eden realist (gerçekçi), materyalist (maddeci) ve doğalcı (natüralist) felsefe anlayışlarının tam ortasında, onlara karşıt bir yerde bulunmaktadır. Platon'un "Idealar Dünyası Kuramı"ndan sonra değişen ve gelişme gösteren bu meyandaki fikirlerin zirve yaptığı bir ortam olarak 17. Yüzyıl, İdealizmle taçlanmıştır denilebilir. Gerçeklik bir İDEA’dır ve madde dâhil herşey bunun bir yansıması, zihinde oluşturduğu bir yankıdır. Platondan önce Ksenophanes varlığı Bir'e indirgeyerek bu Bir'i "tüm düşünce" olarak tarif etmiştir. Ksenophanes’ten sonra metafizik, O’nun öğrencisi olan Parmenides'in kurduğu Elea Okulu vasıtasıyla ana mecrasına oturmuş; varlığın değişmeyeceği, bir olduğu; süje ve objenin (özne ve nesne) bir ve aynı olduğu savunulmaya başlanmış; böylece İdealist Felsefe’nin temelleri atılmıştır.
Her felsefenin olduğu gibi İdealizm’in de doğruluğunun tahkik edileceği bir kısım teknikler vardır. Pratik, bunun için en geçerli ortamdır denilebilir. Herşeyin bizim düşüncemizden ibaret olduğu, maddenin var olmayıp, şeylerin bizim düşüncelerimizde gerçeklik bulduğunu savunan bir idealistin kendini uçurumdan bırakması, ya da bir trenin altında kalması durumunda ne olacağı hakkındaki sorulara verdiği cevaplar ilgi çekici olacaktır. Düşüncemiz dışında bir gerçeklik yoksa kader, kaza, kanun ve tekerrürün, kalıtım ve arzu gibi yığınla hususun da bir kıymet-i hakikiyesi yok demektir. Oysa neredeyse bütün kutsal metinlerde, özellikle Kitab-ı Mukaddes ve Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın yarattığı şeylerden bahsedilirken bunların O’nun varlığına delil oldukları vurgulanır. Bu maddi unsurların en idealist varlık olan tanrının varlığına delil olarak gösterilmesi, semavi dinlerin idealist formlar içermekle birlikte, esasında idealizmin çerçevesinin dışında kaldıklarını; tanrı inancını merkeze almakla da materyalizmden uzak durduklarını gösterir. Tanrı, maddeyi yaratmakla bilimi mümkün kılmıştır.
Felsefi idealizm en belirgin bir şekilde Georges Berkeley’in metinlerinde kendini gösterir. İmmaterialism (maddesizcilik-madde tanımazcılık) denilen Berkeley idealizminde nesneler bütün özelliklerinden soyutlanır. Ağırlık, koku, sıcaklık, soğukluk gibi nitelik ve nicelikler aslında çok göreceli şeylerdir ve görecelilik ruhun kendisinden kaynaklanır. Öyleyse, maddi denilen unsurlar, nitelik ve nicelikleri tamamen göreceli olduklarından, aslında ruhumuzun bize bildirdiği formlardan başka şey değildir. Madde, eninde sonunda zihinde oluşan bir formdur. Bütün diğer canlılarda olduğu gibi insanlar da zihnimizde varolduklarından gerçekte bir insanlıktan da bahsedemeyiz. Dolayısıyla sadece tek ben (solipsisme), yalnızca bir ben vardır. Fiziksel şeyler, onları algılayan kimse olmadığında da var gözükürler; çünkü onlar Allah'ın hafızasında vardırlar. Düşüncemizde eşyanın varlığını görüngüleyen yegâne güç Allah'tır.