Siyahın ve beyazın belirginliğine inat, mensubiyet noktasında ‘griliğin’ belki de en çok arttığı bir zaman dilimindeyiz artık. Kimliklerine dair belirgin imgelerin seçilemediği ‘gri’ insanlar, her yanı o kadar kaplamışlar ki...
Nicedir; sosyalist, liberalist, kapitalist, milliyetçi, ulusalcı, laik, demokrat ya da özgürlükçü vs. geçinen bazı insanların, hem de statükoyu koruma yolunda nasıl da kaynaşabildiklerine şahit olmaktayız... Üstelik kaynaşmak bir yana, ortak çıkarlar, ‘düşmanlıklarını’ dahi hemen bir çırpıda unutturuvermiş bu insanlara… Ki bu sayede nasıl derin-organize yapılar kurabildikleri ve böylece memlekette ne türden bir saltanat sürdükleri, artık çuvala girmeyen mızrak türünden bu grupların…
Hem bu ‘mızraklara’ dair verilebilecek örnekler de bir hayli bol durumda:
Eskilerin ateşli devrimcilerinden bazıları, günümüzün ‘saygın’ birer işadamı oluvermişler örneğin... Ayrıca, sık sık patron destekçisi köşe yazarı gibi bir ‘iftiraya’ maruz kalan kimi liberal ‘aydınlar’; ve dolgun maaşlı sendika yöneticiliği yoluyla emekçi-halkçı mücadelesini hala inançla sürdürmeye çalışan kimi yorgun demokratlar arasında da, pek çok emek(li)çi halk kahramanı mevcut durumda.
Bir zamanların özgürlükçüleri ise, başörtüsünden kültürel haklara, sivil yasalardan darbe karşıtlığına; verdikleri bir hayli sınavdan, “otur, sıfır!” sonucunu almaktalar çoğunlukla!...
Kendilerini milliyetleriyle tanımlayan kesimlerde de durum pek farklı görünmüyor. Üstünlüklerini genlerinde gören bu çevrelerdeki sözümona ‘gendaşlarını kalkındırma ülküsü’, ne ilginçtir ki, kendileriyle aynı gene sahip olan ‘ötekilerin’, vatan haini olarak görülmelerini pek engelleyemiyor!. Çoğu zaman, ‘vatanını-milletini-bayrağını’ dilinden düşürmeyen bazı kişiler arasından, kendi vatanlarında ve kendi vatandaşlarına karşı mafya-vari derin yapılanmalarla bir yandan kasalarını dolduran ve diğer yandan vatanseverliğini (!) de pekala icra edebilen tiplere de rastlayabilmekteyiz... Üstelik, bir milliyetçiliğin başka milliyetçilikler için de varlık sebebi olabileceğini kabul etmemekle kendileriyle çelişkiye düşen bu çevreler; çıkar ve iktidar hırsının, ne türden ‘konjonktürel ustalıklara’ yol açabildiğine dair seçkin örneklere de zaman zaman imza atabilmekteler.
Kısacası, ortalık; demokrasiyi, millî veya evrensel insanî değerleri candan savunuyor görünseler de, kişisel, hatta ulusal çıkarları söz konusu olduğunda hiç tahmin edilemeyecek meydanlarda dolaşabilenlerden geçilmemekte…
Ve işin daha da acı yanı, ‘memleketi-dünyayı kurtarma’ adına çıkılan böylesi kimi yollarda, kişilerin aslında karşı çıkmaları gereken hayli ‘konjonktürel durumla’ hemhal olmaları; artık birçok ‘aydın şahsiyetçe’ şartların getirdiği bir zorunluluk, hatta bir erdem sayılmakta.
Aslında bütün bunlar da göstermektedir ki, o ‘yolların’ fikrî altyapıları; parlak sloganlar -ve “nâmımız yürüsünler”- haricinde bireyin ‘dönekliğini’ ya da savunulan doğrularla zıt bir hayat tarzını engelleyebilecek tedbirlerden yoksun bulunuyorlar, bu kadar açık!.
Ve ancak o yoksunluktur ki, o haldeki pek çok kişinin ‘ o halini’ anlamamızı sağlıyor.
Çünkü ideoloji mensuplarına, ideal ve realite arası –olası- çatışmalardan ‘sağlam’ çıkma adına sunulmaya çalışılan tedbirler, yukarıdaki örneklerde de olduğu gibi, pek işe yarar tedbirler olamıyorlar. Onun için, bu “tedbir denemelerinin” faydasız kalmalarının bir sebebini; ideolojilerin, insan vicdanını belli ölçüler ve yükümlülüklerle disipline edebilme şeklindeki, hayatî bir ‘temel taştan’ yoksun olmalarında aramak gerekiyor.
Hem, eğer o ‘izmlerde bireyi zıtlıklarla yaşama çelişkisinden koruyacak tedbirler, iddia edildiği gibi gerçekten varlarsa dahi, etkisiz kalmaktalar!. Zira birer iddiadan ibaret kalan o tedbir denemeleri, iç aleme yönelik olamamaları kadar; zorunlu oto-kontrol kurallarından mahrum ve “kişinin kendi insafına bırakılmışlıklarıyla”, nazarımda ancak o insanlardaki söylem-eylem çatışmasının nedenlerini anlaşılabilir kılmaya yarıyorlar.
Yani vicdan var ama, ihmal edildiği yerde bunu kim-nasıl kullandıracak, bilinmiyor…
İşte tam da bundan dolayı ideolojilerin insana bakışında eksik ve bir o kadar da çarpık bir anlayış bulunmakta. Çünkü ortada; doğuşundan itibaren, Freud’un müthiş keşifleri (!) ilkel benlikle-id’le yaşamak zorunda olmakla birlikte, ‘süper egoya’, yani sosyalleşmiş bir benliğe de kavuşması gerekli bir varlık bulunmakta. Ancak, ne yaparsınız ki bu varlık; toplum için yüksek sesle savunulan değerlerin “içselleştirilmesi” gerekliliği gibi, içe dönük vicdanî beklentilere de muhatap bir varlık…
Aynı zamanda, hayatı “hayat” kılabilmek için gerekli bu temel beklentiye rağmen insan, vicdanına başvurma mecburiyetini, ideolojilerin bizzat kendi insafına bıraktıkları “bir sosyal varlık” hem de...
İşte bu yönden, çizilen tabloda görüntü de aslında şöyle belirmekte:
Kainatı sırf maddî yönüyle algılayan anlayışlarca ‘Metafizik’ yönü büyük oranda ihmal edilmiş insan denen bir varlık; ve aynı bakış açısının sonucu olarak da, kurdu kuzulara şâh edercesine o varlığın eline verilmiş bulunulan bir vicdan…
Yani tüm dünyayı düzene sokma iddiasında birbirini beğenmeyen o ‘anlı-şanlı’ ideolojilerin belki de en önemli eksiklikleri; sıra vicdanı işletmeye, muhafazaya ve tatmine geldiğinde “başarısız” olmalarıdır, bu dersten her zaman sınıfta kalıyor olmalarıdır.
Çünkü ideolojiler, inanma ihtiyacıyla ve Kur’ân’da belirtildiği gibi “din üzerine yaratılmış bir fıtratta” doğmuş olmasına rağmen insanı, bir şekilde sadece üretici-tüketici bir “canlı varlık”; ve o vicdanı terbiye edip yücelten dini de, -haşa- insan evrimindeki ilkel safhalardan kalan bir alışkanlık, bir afyon ya da bir gelenek olarak görmüşlerdir!.
Dahası, ideolojilerin telkiniyle özellikle de din-i İslam’a yönelik, gayr-i Müslim toplumlarda ve hatta Müslim toplumlarda da görülebilen fobi; diğer bir ifadeyle, İslam’a yönelik tarihî yabanîlik ve yabancılıktır insanları en çok “vicdansızlaştıran”…
Oysa İslam’ın önemle üzerinde durduğu vicdan, Bediüzzaman Hazretlerine göre ‘insanın fıtrat-ı zişuurudur’. Ve bu, insana verilmiş öyle bir “özelliktir” ki; vicdan ‘daima vacib’ül vücuda’ ve ‘saadet-i ebediyeye baktığından’, hem ‘Tevhidin şuaını neşrettiğinden’, kısacası ‘Sanii unutamadığından’; ihmal edildiğinde yeri hiçbir kemalatla, hiçbir reçeteyle doldurulamaz, hiçbir şekilde insana huzur sağlanamaz.
İşte, kimi insanların lafızda kalan dava adamlıklarını ve kendi çıkarları söz konusu olduğunda savundukları değerlerden çok çabuk dönebilmelerini, büyük oranda, o davaların İslam’ın zıddına vicdanı “es geçen” ya da yüzeysel tedbirlerle işletmeye çalışan yapılarına veriyoruz. Nitekim, ancak bundan dolayıdır ki bir insan, şahsî çıkarını hiçbir şeye değişmeyebilir; kendisini, herkese verdiği nasihatlerin ‘kapsama alanından’ rahatça soyutlayabilir.
Ve bundan dolayıdır ki, başka bir ülkedeki hatta dünyanın diğer bir ucundaki soydaşlarına yapılan zulümlere ‘insan hakları adına’ ve haklı olarak itiraz eden bazı yurdum ‘aydınları’; söz konusu yanı başlarındaki kardeşleri olunca, en temel insanî hak taleplerine, tereddütsüz ihanet yaftasını yapıştırıverirler. Ve yine bundan dolayıdır ki, bazı halk temsilcileri (!) de hep yakındıkları faşizan yaklaşımlara, ara sıra tam da örnek oluşturabilecek davranışları kendilerinin sergilediklerini göremezler bir türlü… Örnekler saymakla bitmez.
Ancak biz “Ehl-i Hak” için de bu meselede tehlike öylesine büyüktür ki!.
“Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkar ettiler, …” (Neml Suresi,27/14) ayetinin de gösterdiği üzere, vicdan aslında şerri, küfrü, haksızlığı kabul etmemektedir. İşte İslam’ın vicdana verdiği önem ortadayken, -şahsî ya da millî olsun fark etmez- kendi çıkarları söz konusu olduğunda kimi Müslümanların da “vicdansızlık” yapabilmelerini; vicdanını ihmal ettiğinde bir Müslüman’ın da, belki o vicdansız ideoloji mensuplarıyla aynı hizaya gelebileceğinin bir delili saymalıyız...
O halde bir Müslüman, elbette ki herkesten çok vicdanlı ve herkesten çok makul bir merhamete sahip olmalıdır. Zira, örneğin özünde gayr-ı İslamî olan davaları uğruna bir insanın inancını, kültürünü ve Allah’ın takdiri olan unsuriyetine aidiyetini kısıtlayarak bunları kısmen ya da küllen inkar etmek, o kişiyi yok saymaktır!. Yok saymak ise, kişiye yapılabilecek en büyük hakaretlerden biridir ve insan vicdanına muhalefettir!...
Bunu kim isterse yapsın ve nitekim yapıyorlar da. Ama Müslüman buna karşı olmalı ve bundan kaçınmalıdır.
Vahyî ve vicdanî hakikatlerin gereğince dikkate alınmadığı ve ideolojilerin hükmettiği toplumlarla Müslüman toplumların günümüzdeki genel görüntü benzerliği de, sanırım vicdan ihmalinin bizlere getirdiği tehlikeli sonuçları yeterince izah etmektedirler.
Ve dünyaya, hep yakındığımız vicdan yoksunu bu ideolojiler hükmettiği müddetçe de, bu genel vaziyet devam edecek gibi görünüyor. Ancak, bu gidişat eğer bir gün değişecekse; bunu muhakkak, vicdanını işletme “vazifesini” yerine getiren ve merhameti kuşanmış olan “İslam Milleti” mensupları gerçekleştirebileceklerdir…
Sonuç olarak diyebiliriz ki; vicdan, İslam’ın ve Müslümanlığın en temel vasıflarındandır. Onun için vicdanımızın pas tutmamasına, bu durumun bizi götüreceği vadileri göz önüne alarak çok dikkat edelim.
Özellikle de vicdanımızın ‘Vacib’ül Vücud’dan yüz çevirmeye çalışarak, “vicdandan yoksun ideolojiler” için fiiliyatta bulunmaya çalıştığını hissettiğimizde yapalım ama bunu!..