Mart 2018 itibariyle 7. yılını dolduran Suriye krizinde birçok kırılma noktası yaşandı, krize müdahil olan küresel ve bölgesel aktörlerin yaklaşımları ve politikaları da bu kırılma dönemlerine göre farklı şekiller aldı.
2016 yılının sonunda Halep’in rejim güçleri ve Şii milisler tarafından ele geçirilmesi Suriye iç savaşını bambaşka bir evreye taşıdı. Bu noktadan itibaren İdlib’in kontrolü, muhalif gruplar için varlıklarını devam ettirmenin bir ön şartı haline geldi. Rejimin ele geçirdiği bölgelerden kaçan sivillerin de sığınmasıyla oldukça zor durumda kalan İdlib, birçok muhalif grubun bir arada varlık gösterdiği bir alan haline geldi. Bu gruplar, rejim güçleriyle savaşmalarının yanı sıra İdlib’de kendi aralarında da güç mücadelesine giriştiler.
Bu noktada Heyet Tahrir Şam (HTŞ), Ahraru’ş Şam, Feylaku’ş Şam ve Nureddin Zengi gibi gruplar ön plana çıkıyor. Komuta kademesinin ekseriyeti eski Nusra unsurlarından oluşan ve uluslararası kamuoyunda terörist bir örgüt olarak görülen HTŞ, el Kaide ile bağlantısı sebebiyle diğer gruplardan ayrılıyor. İdlib konuşulurken HTŞ’nin tüm gelişmelerin merkezinde yer aldığını veya sorunların bir şekilde HTŞ üzerinde düğümlendiği söylemek yerinde olacaktır.
HTŞ’nin diğer muhalif gruplarla ilişkisi ve Astana sürecine yaklaşımı, Suriye iç savaşının güncel gelişmelerinin anlaşılması açısından faydalı veriler sunuyor. HTŞ’nin, geçmişte ABD’den silah yardımı almış veya eğit-donat programının parçası olmuş tüm gruplara karşı sert tavır takınmasının yanı sıra silahlı muhalefetin ana gövdesini oluşturan gruplarla son döneme kadar ciddi bir mücadeleye girmediğini belirtmek gerekir. Rejimin saldırılarına karşı ortak operasyon odaları kurularak savaşıldı ancak bunlar da kısa süreli işbirlikleri şeklinde gerçekleşmişti. Yine de gruplar arası mücadele, sıcaklığını sürekli koruyan bir konu olarak durdu.
İdlib'deki güç dengeleri
HTŞ ile Ahraru'ş Şam arasındaki gerginlik 2017’nin yaz aylarında çatışmaya dönüştü ve bunun sonucunda o dönem HTŞ çatısı altında bulunan Nureddin Zengi grubu HTŞ’den ayrıldı. Yaşanan bu çatışmalarda HTŞ diğer gruplara ciddi bir üstünlük kurdu ve İdlib’deki hakimiyetini pekiştirdi. Bu aşamada İdlib’de dengeleri tekrar değiştiren gelişme ise Türkiye, Rusya ve İran arasında başlayan Astana görüşmelerinde İdlib’in çatışmasızlık bölgelerine dahil edilmesi oldu. Türkiye’nin İdlib’de çatışmasızlığı tesis etme amacıyla gözlem noktaları kuracak olması, HTŞ’nin bölgedeki varlığına doğrudan bir tehdit oluşturdu. Astana görüşmelerine dahil edilmeyen HTŞ ise bu durumu “Suriye devrimine ihanet” olarak tanımladı ve Astana görüşmelerine katılan/destekleyen tüm gruplarla mücadele edeceğini duyurdu.
Bu aşamadan sonra HTŞ’nin üç farklı meydan okumayla karşı karşıya kaldığı söylenebilir. İlk olarak, HTŞ Astana görüşmeleri doğrultusunda İdlib’e intikale başlayan Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleye girmekten kaçındığı için kendi bünyesindeki unsurların tepkisiyle karşılaştı. DEAŞ’la yaşadığı ayrışma sonrası sahip olduğu el Kaide’nin Suriye kolu olma vasfından uzaklaşması, HTŞ’yi zayıf düşüren ilk unsur olarak ön plana çıkıyor.
Daha yerel bir grup olmaya çalışan ve bunun için örgüt içindeki el Kaide unsurlarını bir şekilde zayıflatmaya/tasfiye etmeye çalışan HTŞ, bu yüzden özellikle el Kaide içerisindeki Ürdün ekibiyle sorunlar yaşadı ve tüm bunların bir sonucu olarak merkezden biatını çekerek Suriye odaklı bir örgüt haline gelmeye çalıştı. Türkiye ile savaşmaktan çekinmesi ve el Kaide’den biatını çekmesi sonrası HTŞ içinden bazı gruplar ayrılarak Hurasu’d Din adı altında el Kaide’nin Suriye yapılanmasını oluşturmuşlarsa da bu grup şimdilik birkaç yüz kişilik ufak bir güç olarak duruyor.
İkinci baskı unsuru ise diğer silahlı muhalif gruplardan ve bölgedeki sivil halktan gelmektedir. Astana sürecinde karşı karşıya gelen muhalif gruplar, hem yerel ölçekte bir güç mücadelesi yaşamakta hem de muhalefetin geleceği için farklı planlara sahip olmaktadır. Ahrar ve Zengi gibi gruplar Türkiye ile yakın ilişkilere sahip olma ve Astana sürecini sabote etmeme taraftarı iken HTŞ çok daha sert bir tutuma sahip. Ayrıca Rusya tarafından doğrudan hedef olarak görülen HTŞ, varlık gösterdiği bölgelerdeki sivillerin de Rus hava saldırılarına hedef olmasına sebep olmakta. Bu sebeple sivil halkın desteğini kaybettiği ve bazı bölgelerde tutunmakta zorluk çektiği görünmektedir.
Son olarak ise Türkiye ve Rusya’nın HTŞ üzerindeki baskısı örgütü oldukça zor durumda bırakmaktadır. Önceki kısımlarda belirtildiği gibi Rus hava saldırıları örgüte ciddi kayıplar verdirmekte ve muhalif bölgelerin rejim güçlerinin saldırılarına karşı savunmasız kalmasına sebep olmaktadır.
Türkiye ise HTŞ konusunda oldukça farklı bir strateji izlemektedir. Bölgeye intikal ettikten sonra, beklentilerin aksine HTŞ ile çatışmaya girmeyen Türkiye, HTŞ’nin çözülmesi ve diğer muhalif gruplara karşı güç kaybetmesi için çabalamakta ve bu sayede Rusya ile rejimin İdlib’e yönelik “el Kaide ile mücadele” kartını elinden alıp, muhalifler için İdlib’in geleceğini garanti almayı amaçlamaktadır.
Ebu Zuhur ve sonrası
2018’in ilk günlerinde İdlib’in güneyinden ve doğusundan başlayan rejim saldırıları, özellikle İdlib’i doğu batı olarak ikiye bölen tren yolunun doğusuna ve Ebu Zuhur’a odaklandı. Yaşanan çatışmalar sonucunda tren yolunun doğusu tamamen rejim güçlerinin kontrolüne geçti. Bu sayede, Astana ile kararlaştırıldığı iddia edilen harita hayata geçti; İdlib’in batısı Türkiye’nin kuracağı gözlem noktalarıyla birlikte muhaliflerde kalırken, tren yolunun doğusu ise Esed rejimine bırakıldı.
Türkiye’nin bölgeye intikali ise hem küresel hem bölgesel aktörler tarafından dikkatle izlendi. Özellikle Rusya’nın beklentisi, Türkiye’nin HTŞ ile bir sıcak çatışmaya girmesi ve böylece İdlib’deki askeri ve siyasi maliyetleri Türkiye’ye yüklemek şeklinde oldu. Ancak Türkiye’nin İdlib’e yönelik hamlesi HTŞ ile bir çatışmaya dönüşmedi, hatta HTŞ’nin bazı bölgelerden geri çekilmesi ve Türkiye’nin varlığına razı olması ile sonuçlandı. HTŞ lideri Muhammed el-Culani de 17 Ocak’ta yayınladığı bir ses kaydında Türkiye’nin bölgeye intikaline karşı olduklarını ancak Türkiye ile bir sıcak çatışmaya girmeyeceklerini belirtti. Tüm bunlar dikkate alındığında Culani’nin, Türkiye’nin İdlib intikaline karşı olsa bile bu durumun alternatifsiz olduğunun farkında olduğu söylenebilir. Culani de net bir şekilde bilmektedir ki Türkiye’nin Astana görüşmeleri ile hedefleri, İdlib sahasında ılımlı muhaliflerin kesin kontrolünü tesis etmek, Zeytin Dalı Harekatı ile Afrin'in ele geçirilmesi sayesinde İdlib’in Fırat Kalkanı bölgesi ile birleşmesini sağlamak ve bu sayede muhaliflerin geleceğini garanti altına almaktır.
Türkiye’nin İdlib ve HTŞ stratejisi
Astana görüşmeleri kapsamında İdlib’e intikal eden Türkiye’den beklenti HTŞ ile sıcak temas kurması ve örgütü askeri yöntemlerle bitirmesi yönündeydi. Ancak zaman geçtikçe asıl planın bu olmadığı net bir şekilde anlaşıldı. Türkiye’nin HTŞ’ye yaklaşımı örgütü “çözülmeye zorlamak” olarak tanımlanabilir. Buna göre Türkiye, HTŞ’nin el Kaide bağlantısının kopması sebebiyle kan kaybettiğinin farkında olarak, Ahraru’ş Şam ve Nureddin Zengi gibi grupları dolaylı olarak destekleme yoluna gitmiştir. 18 Şubat’ta da bu iki örgüt “Cebhetü’t Tahrir Suriye (Suriye’nin Özgürleştirilmesi Cephesi)” adıyla birleştiklerini açıkladı. Bu yeni hareket, el Kaide bağlantısını kaybetmiş, yerel halkın tepkisini çekmeye başlamış ve doğrudan Rus hava saldırıları ile ciddi anlamda yıpranmış olan HTŞ’ye karşı İdlib sahasında başat aktör olmaya çalışıyor.
Bunun dışında Feylaku’ş Şam grubu, bu çatışmalarda nispeten tarafsız kalarak odağını Zeytin Dalı Operasyonuna verdi. Operasyona bir ÖSO bileşeni olarak katılan Feylaku’ş Şam, Afrin’in ele geçirilmesi ve İdlib’de düzenin kurulması sonrası sahada en etkili örgütlerden biri olarak ön plana çıkacaktır.
Türkiye’nin Fırat Kalkanı ve Zeytindalı harekatlarında ortak hareket ettiği ÖSO ve yeni kurulan Ahrar-Zengi ortaklığı düşünüldüğünde, HTŞ etkisinin kırıldığı ve ılımlı muhaliflerin hakimiyetindeki İdlib’in de kurtarılan bölgelerle birleşme ihtimali oldukça artmaktadır. Ayrıca Zeytin Dalı operasyonu başlamadan hemen önce yapılan açıklama ile kurulan Milli Ordu yapılanması da birleşme sürecini hızlandıracak bir etken olabilir. Bu noktada Türkiye tarafından eğitilen 1. Kolordu, muhaliflerin muzdarip olduğu düzensizlik ve askeri disiplinden yoksunluk konularında oldukça başarılı bir düzeye ulaştı. İç savaşın ilk anlarından beri silahlı muhalefetin yaşadığı en büyük sıkıntı olan koordinasyonsuzluk da bunun gibi adımlarla giderilecektir.
Sonuç olarak İdlib, Suriye silahlı muhalefetinin ve dolayısıyla iç savaşın geleceğini doğrudan etkileyecek derecede kritik bir öneme sahiptir. Türkiye’nin İdlib’e intikali ve şu ana kadar kurmuş olduğu 6 gözlem noktası, rejimin ve Şii milislerin tren yolunun doğusuna ilerlemesi önüne bir set çekti, ayrıca HTŞ’nin bölgedeki varlığına da önemli bir darbe vurdu.
Bu aşamada HTŞ’nin, İdlib’in güneybatısında konuşlanması ve tekrar toparlanmaya çalışmasını beklenebilir. Bu açıdan Cisru’ş Şuğur bölgesi, HTŞ’nin varlığını devam ettireceği bölge olarak ön plana çıkıyor. Yine de bu bölgedeki HTŞ varlığı; havadan Rus uçaklarının karadan ise rejim güçlerinin saldırılarına imkan vermesi sebebiyle diğer muhalif grupları zor duruma düşürebilir. Önümüzdeki süreçte Türkiye’nin bölgede kuracağı yeni gözlem noktaları ile bu muhtemel çatışmanın önüne geçmesi ve ılımlı muhaliflere yaşam alanı sağlaması beklenmelidir.
[Ahmet Arda ŞENSOY, 2017 yılından beri araştırmacı olarak Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü’nün (ORMER) Suriye masasında, 'Suriye' ve 'Savaş teorileri ve hibrit savaş' konularında araştırmalar yapmaktadır.]
AA