Düşünme hürriyetinden bahsetmek yanlıştır. Düşünceyi hiçbir şey sınırlayamaz. Düşünce bireyin zihni ile kendi iç âleminde yaptığı konuşmalarıdır. Bunu engellemek mümkün değildir. Düşünmek ve hayal etmek her insanın iç âlemi ile iletişimidir. Hayal etme hürriyetinden nasıl söz edilemezse, düşünme hürriyetinden de söz edilemez. İfade hürriyeti bireyin düşüncelerini özgürce sunması ve düşüncenin ifade edilmesidir. Düşünce hürriyetini anlamlı hale getiren düşüncenin ifade edilmesi hürriyetidir.
Düşünmek insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliğidir. Bu nedenle ünlü filozof Descartes “Düşünüyorum, o halde varım. Varlığım yaratıcının varlığına delildir” demiştir. Düşündüğünü hür bir şekilde ifade etmek ve başkaları ile paylaşmakla insan bir başkasını etkileyebilir. İnsanın kendi kendisine düşünmesini engelleyecek hiçbir güç yoktur zaten.
Düşüncesini ifade etmek ve paylaşma hürriyeti demokrasinin vazgeçilmez temel ilkesidir. Beynelmilel sözleşmeler ve bilhassa Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) 10. Maddesi “İfade Hürriyeti”nin sınırlarını çizmiştir. Hiçbir sınırlama o hürriyetin özünü zedeleyecek nitelikte olamaz.
Çoğulcu bir demokrasi için her türlü fikir ve düşüncenin ifade edilmesinin önünü açmak şarttır. Toplumun rahatsız olmadığı ve genel kanaate aykırı olmayan düşüncelerin ifade edilmesinin önünde zaten hiçbir engel yoktur. İfade hürriyeti, aykırı, genel kanaate ve resmi ideolojilere uymayan düşünceler için gereklidir.
Peygamberimizin (sav) “Câhiliye döneminde” Mekke’de vermiş olduğu mücadelenin özünde yine “inancını ifade hürriyeti” vardır. O dönemin idarecileri ve cahiliye toplumunun peygamberimize uyguladığı baskı ve mücadele aslında “din ve vicdan” “ifade hürriyeti” mücadelesi olarak da görülebilir. Bu nedenle peygamberimizden (sav) sonra halifeler döneminde “ifade hürriyetine” tanınan çok geniş özgürlük sayesinde toplum büyük bir gelişme kaydetmiştir. Bütün ilmî, sosyal ve siyasi gelişmelerin temelinde bu hürriyet vardır.
Peygamberimizin (sav) ve sahabelerin câhiliye toplumunun inanç ve düşüncelerine aykırı olarak ortaya koyduğu dini, fikri ve ilmî düşüncelerdir ki toplumda büyük bir infiale ve tepkiye sebep olmuştu. Bu mücadelenin sonucudur ki asr-ı saadetin özgür bireyleri ve özgür toplumu meydana gelmiştir.
Peygamberimizin (sav) ümmeti olan bütün insanlığa hediye ettiği “din ve vicdan” ve “ifade hürriyetini” günümüzde “kamu düzeni” “devletin bekası” “genel telakki” ve “kamu alanı” gibi terimlere nasıl feda ettiğini görmüş olsaydı acaba ne yapardı? Müslümanların düşünceyi ifade etme hürriyeti konusunda başka milletlerden daha gerilerde kalmasını nasıl karşılardı?
Liberalizm fikirlerin özgürce ifade edilmesini savunur. Düşüncelerin kamusal alana uygun olup olmaması veya toplumda infiale sebep olup olmamasına göre değil, fikir olup olmaması açısından değerlendirilir ve özgürce ifade edilmesini savunur. Liberalizm her bireyin farklı düşünceye sahip olabileceğini ve bunun bir başkasını rahatsız edip etmemesine bakmaksızın özgürce ifade edilmesi gerektiğini savunur. Çünkü fikrin kendisi değerlidir ve onu üstün güce karşı ifade etmek başlı başına bir değerdir. Liberalizm fikrin toplumda veya kamusal alanda oluşturacağı etkiyle ilgilenmez.
Hürriyet bireysel ve kolektif olmak üzere ikiye ayrılabilir. Bununla beraber kolektif hürriyetler bireysel hürriyetler üzerine bina edilir ve yükselir. Bu sebeple demokrasi çok fikirli, açık görüşlülük ve hür siyasi hayat genel olarak bireylerin hürriyetlerine bağlıdır. Baskıyı ve ideolojiyi savunanlar bireysel olarak buna müsaade etmez ve bireylerin özgür ifadelerine fırsat vermezse kolektif hürriyet oluşmaz. Bireysel hürriyet olmadan kolektif ve toplumsal hürriyetlerden söz edilemez.
Toplumdan ve devletten önce birey vardı. Ve birey hürdü. Sonra bireyler çoğaldıkça insanın hürriyet alanı daralmaya başladı. İkinci birey birinci bireyin hürriyet alanına saygı duymak ve hürriyetini korumak durumundadır. Bunun için hürriyetin sınırları bir başkasının hürriyetine zarar vermeyecek şekilde belirlenmeye başlandı. Liberalizmin ve demokrasinin kurucusu sayılan John Locke’ye göre siyasal sistemde “otorite” değil, “hürriyet” ön plandadır. İdareci kim olursa olsun bireyin hak ve hürriyet alanını korumak zorundadır. Hak ve hürriyetlerin gasbı ile otoritenin hâkimiyetin sağlama düşüncesi despotizmin ve zulmün kaynağını teşkil eder. Bu düşünce siyasal alanda bireysel özgürlüğün sağlanması anlamına gelir. Siyasi güç ve otorite bireysel hürriyetleri sağlamak ve korumak için kullanılmalıdır. Hürriyetler halkın refah ve mutluluğunu sağlamayı amaçlamalıdır ve işin tabiatı budur.
Hobbes tarafından ileri sürülen otoritenin hâkimiyetini sağlamak için bireyleri otoriteye uymaya zorlamak “hayatın bir mücadele olduğu” ve daima güçlülerin zayıfları ezdiği felsefesinden kaynaklanmaktadır. Güçlü bireylerin zayıfları ezmesinin önüne geçmek için bazı hakların sosyal bir sözleşme ile üstün kamusal güce devretmesi gerektiğini söylemiştir. Bu düşünce daha sonraları kötüye kullanılarak devlet otoritesinin bireyleri baskı altına alacak şekilde yorumlanmasını netice vermiştir. Bilhassa ideolojik ve ırkçı devletler bunu olabildiğince istismar ederek istibdat idarelerinin doğmasına sebep olmuştur.
Hobbes otoriteyi “Allah’ın idarecilere verdiği hak olarak görür.” İdareci Allah’ın yeryüzünde gölgesidir ve insanlar barış ve güvenliğini devlete borçludur. Bu durumda idareciler Allah’ın adaletini gerçekleştiren güç sahipleridir ve haklın onlara itaati bir hak ve minnet borcudur.
Gerçekte ise birey tüm kamu ve devlet otoritelerinin kendisine hizmet etmek durumunda olduğu ve temel hak ve hürriyetlerini korumak zorunda bulunduğu bir değerdir. (Atilla Yayla, Liberalizm, Liberte Yay. Ankara, 5. Baskı, s. 153) Toplumun ortak çıkarları ve kamu yararı gibi hususlar bireysel hürriyetleri engellemek için sosyalizm ve baskıcı rejimler tarafından ortaya atılmıştır. Bununla pek çok haksızlıklara ve yapılan kanunlar ile de ülke çapında büyük zulümlere sebep olunmuştur.
Sonuç olarak, devleti kutsayarak bireyi hiçe sayan ve toplum için ferdin hukukunu nazara almayan düşünceler özgürlüğün sınırlandırılması ve hürriyetlerin baskı altına alınmasının kaynağıdır ve insanlık âleminde zulmün gerekçesi olarak ortaya atılmıştır. Bu gerekçe sosyalistler ve istibdat heveslilerinin elinde büyük bir koz olarak kullanılmıştır. Bireysel hak ve hürriyetlerin demokratik ortamda sağlanması ve demokrasinin gelişimi ile bu gerekçe haklılığını kaybetmiştir. Demokrasiler bireysel hak ve hürriyetlerin sağlanması ve korunması için ortaya konulan en güzel devlet idare sistemidir. Bu amacı gerçekleştirmek üzere geliştirilmelidir. Bunun başında da “İfade Hürriyeti” gelmektedir.