Cenab-ı Hakk’ın sizlere verdiği nimet-i istifade bana verdiği ise nimet-i ifadedir, bu iki nimet birbirine mukarin [birbirine denk düşme] olmuş.
Böyle diyor, aziz üstadımız On Yedinci Lem’a da. “İktiran sırrı”nı izah ederken.
İki mefhum: Nimet-i ifade, nimet-i istifade…
Nimet-i ifade: Büyüklere, mürşitlere, üstatlara has bir vasıf. Beyan etme, ifade etme, dile getirme, söze veya yazıya dökme. Kılavuzu çizme, bir bakıma. Yolu/yordamı, adabı/erkanı gösterme. Bütün büyük mürşitler bu yüce nimete malik.
Nimet-i ifadenin en yalın karşılığı kelamdır. Söz dizimi, söz ustalığı, dil mahareti.
“Ben Arab’ın en beliğ konuşanıyım” diyor, efendimiz. [a.s] Benim efendim, yolda kemendim. Bütün nebiler, içinde bulunduğu kavmin söz sultanıdırlar. Bu umumi kaidenin tek istisnası Hz. Musa’dır. [a.s]
Tebliğin müessir olmasının bir şartı da o işe ehil olan insanın lisanının beliğ olmasıdır. Beliğ, yani açık, net, sade ve anlaşılır olması. “Sana düşen apaçık bir tebliğdir.”[Nahl-82]
Muhyiddin-i Arabi, peygamberlere verilen en büyük nimetin kelam nimeti olduğunu söyler, acaip sırlarla dolu olan Fususu’l Hikem’inde.
Ama bu kelam nimeti öyle sıradan, basit, bayağı bir sözden ibaret değil, daha özel bir nizamlar bütünü, bir hakikatler mecmuasını ihtiva eder. Sadece vahyi değil, o vahyin emanet edildiği emin zatı da temsil eder.
Bu manada kelam nimeti, ilim nimetini de içine alır, onu da anlam semasına dahil eder. Daha doğrusu onun üzerine inşa olur, büyür, dal/budak salar.
Yine Efendimiz “Peygamberlikten sonra en yüce makam ilim makamıdır” diyor, bir hadis-i şerifinde. Başka bir hadis-i şeriflerinde şöyle diyor fahr-ı alem “Alimin abide üstünlüğü, dolunaylı bir gecede ay ışığının diğer yıldızların ışığına olan üstünlüğü gibidir.”
Bu hadislerin manasını pekiştiren meşhur bir ayet-i kerime vardır:
“Allah’tan hakkıyla ancak ilim sahipleri [alimler] korkar.” Bilen havf eder, korkar, titrer, çekinir. Azab-ı ilahiden. Ateşten. Cehennemden. Rahmetin kesilmesinden.
Peki hangi ilim veya hangi alim?
Tabii ki tevhid ilmi, iman ilmi yani marifetullah. [Allah’ı tanıma bilgisi] Alim ise sade Arapçayı bilen demek değil, gerçek manada Allah’ı bilen demektir. Ve bu makamda alim ünvanı arif ünvanı ile yer değiştirir. Mü’min insan, bu marifeti nispetinde muamele görür. Hem bu dünya da hem de ahirette.
Zahir alim, ateşten korkar, gerçek alimler ise Allah’ın kendilerinden yüz çevirmesinden korkarlar. İltifatını kesmesinden. Rahmetini esirgemesinden. İlhamını tutmasından.
Demek, kelam kim de ise ilim ondadır, ilim kim de ise havf [korku] ondadır, havf kim de ise hayır ondadır. Yani hakiki “nimet-i ifade” kim de ise her şey ondadır.
Nimet-i istifadeye gelince… Bu nimet biz dinleyicilere, müstemilere bakar. İstima makamında oturanlara. Kitlelere. Kalabalıklara. Ve büyük çoğunluğu itibarıyla “kulaklı avam tabakasına.”
İstifade ve istifaze. Biri akla bakar, diğeri kalbe; biri aklın anlaması, diğeri kalbin anlaması; biri fikir, diğeri feyiz. Gerçek manada bir istifadenin olabilmesi bu ikisinin izdivacına bağlı.
Psikolojik terminoloji ile söyleyecek olursak tam bir “hazırbulunuşluk” hali ve yüksek seviyede bir “güdülenme” ile mümkündür ancak.
İstifade nimetinin diğer bazı şartları: Teveccüh-ü tam, teslimiyet-i tam. Yani hakikate tam yönelmek, tam teslim olmak. Dikkat! Hakikati teslim almak değil ona teslim olmak. İkisi arasındaki fark, fark-ı azimdir.
Feyz-i ilahide kusur yoktur, asıl kusur muhataplarda, ayinelerde, “mukabele sırrı”yla tam mukabil olamayanlarda. Takı ve takıntılardan tam sıyrılamayanlarda. Kusur güneşin ışığında değil, o ışığa tam karşılık gelemeyen nakıs ve kesif nesnelerde.
İki Ömer var tarihimizde. Biri adaletin gerçek timsali Hz. Ömer, [r.a] diğeri cehaletin babası Eb-u Cehil. İlginçtir, ikinci Ömer, Mekke oligarşisinin en kültürlüsü, eğitimlisi, entelektüeli. Buna rağmen cehaletin babası.
Neden?
İstifade nimetini yerinde kullanmadığı için. İsraf ettiği için. Feyz-i ilahiye kapılarını kapadığı için. Saf, temiz ve halis olan ilahi vahye layıkıyla muhatap olamadığı için. Mukabil gelmediği için.