İhlas-2

Erdem AKÇA

İhlasa eriştiren unsurları şöyle açabiliriz:

a) Rabıta-yı mevt: Râbıta, kişinin hakikat ile arasında bağ kurmasıdır. Mevt ise, ölüm ve hayatın sona ermesidir. Bu manada rabıta-yı mevt, kişinin ölüm hakikati üzerine ve kendi kişisel ölümü hakkında tefekkür edip odaklanmasıdır. Rabıta-yı mevt, kişiyi nefsinin oyunlarından kurtardığı gibi, onu dünyaya bağlayan uzun süreli arzularını da kırar. Hadiste bildirildiği gibi kişinin aldığı lezzetleri acılaştırır.[1] Bu şekilde insanın lezzet-perest heva ve hevesini de terbiye eder.

Rabıta-yı mevt, İslam tarihi boyunca 2 tarzda yapılmış:

aa) Ehl-i tasavvufun yaptığı usul: Bu tarzda kişi şu an öldüğünü farz edip sonrasında cenazesinin yıkandığını, kabre konulduğunu ve dünyayı terk ettiğini düşünüyor. Bu rabıta-yı mevti onlar hayali bir tarzda yapmışlar. Bu usul çok kuvvetli olmasa da yine de etkili olmuştur.

ab) Ehl-i hakikatin yaptı usul:Her nefis ölümü tadacaktır[2] ve “Sen de öleceksin ey Muhammed, onlar da ölecekler[3] âyetlerinden ölümün canlılar içi bir kanun olduğunu anlamak… Sonrasında bu kanunun kendisini de içine aldığını fikren görüp bir gün kesinlikle bitecek ömrünün son ânını aklın keskinliği içinde görme metodudur. Bu tefekkürün bir adım ilerisi, kişinin yaşadığı asrının ve içindeki sevdiklerinin birer birer ölümünü görmesidir. Bir adım ilerisi ise, Kıyamet ânında insanın çok sevdiği bu dünyanın ölümünü görmesidir. Bu rabıta-yı mevt, kişiyi ihlasta en ileri seviyelere çıkarabilir. Sahabelerin rabıta-yı mevtleri bu tarzda idi.

b) Îsar: Sözlükte “bir şeyi veya bir kimseyi diğerine üstün tutma, tercih etme” mânasına gelen îsâr ahlâk terimi olarak “bir kimsenin, kendisi ihtiyaç içinde bulunsa bile sahip olduğu imkânları başkalarının ihtiyacını karşılamak üzere kullanması, başkasının yararı için fedakârlıkta bulunması” demektir. Haşir suresi 9. Âyette sahabelerin bir özelliği olarak belirtilir. Bu âyetin iniş sebebi şu şekilde:

Resulullah (s.a.v)'a bir adam geldi,

-"Ya Resulullah! ‘ Bana zaruret isabet etti ’ yani açlıktan dermansız kaldım" dedi. Resulullah (s.a.v) yakınlarına haber gönderdi, ancak onların yanlarında hiçbir şey bulunmadı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (asv), 

-"Bu adamı bu gece misafir edecek kimse yok mu? Ki Allah ona rahmet buyursun" dedi.

Derhal Ensâr'dan bir zât -ki Ebu Talhâ olduğu zikredilmiştir- ayağa kalktı,

-"Ben yâ Resulullah" diye cevap verdi. Ve adamı alıp hemen evine götürdü. Sonra da hanımına 

-"Resulullah'ın misafirine ikram et" diye tenbihde bulundu.
Hanımı, 

-"Vallahi benim yanımda bir kız çocuğumun yiyeceğinden başka bir şey yokturdedi. Kocası da ona, 

-"O halde kız çocuğu akşam yemeği istediği zaman onu uyut, kandili de söndürüver, Resulullah'ın misafiri için biz bu geceyi aç geçiştiriverelimdedi. Ve gerçekten öyle yaptılar.

Sonra o misafir, Resulullah’ın (asm) yanına vardı ve ona,

"Bu gece Allah falan ve falandan son derece hoşnut oldu" dedi. Allah Teâlâ da onların hakkında bu âyeti indirdi. "Kendilerinde bir ihtiyaç olsa bile onları kendilerine tercih ederler."[4]

Râbıta-yı mevt ve îsar, insanın “Nefs-i emmâresi” ni terbiye edip onu menfaatperestlikten, materyalistçe duygulardan ve cimrilikten kurtarır. Dünyanın fâniliğini, madde ve imkânların hayır yapma niyetiyle verildiğini, zenginliğin değil cömertliğin gaye olduğunu, kişinin günün birinde mal ve mülkünü geride bırakarak kabre gireceğini kişiye kesinkes gösterir. Bu 2 özellikle kişi, nefsini kirlerinden arındırıp sırat-ı müstakime getirir. Dikey yönde, bire bir boyutta bir ihlas elde eder.

c) Tefânî: Sözlükte birbirinde fâni, bir birinde yok olma demektir. Terim manasıyla kardeşlik esasına dayanan bir yola girmiş kişilerin bencilce hislerini unutarak birbirlerinin meziyetlerini ve hislerini kendininmiş düşüncesiyle yaşamalarıdır. Meziyetler, kişinin şahsiyetinin, kişisellik algısı ve duygularının göründüğü pencerelerdir. Kişi kendini meziyetleriyle topluma göstermek ister. Bu ise problemlere sebep olur. Tefânî, insanın şahsî duygu ve düşüncelerinin sebep olduğu karanlıklar ve zulümlerden kişiyi kurtarır.

Bir ekip çalışmasında çok yetenekli ve meziyetli bir kişi bulunsa, ekip o kişinin vesilesiyle mükemmel bir ürün ortaya koyup sosyal başarı elde ederse, bu durumda başarının verdiği sevinç, sosyal itibar ve şeref ekipteki herkese bölüştürülür. Fakat bu kişi birden meydana çıkarak başarının kendi meziyetlerine dayandığını, o olmasa bu ekibin hiçbir ürün ortaya koyamayacağını delilleriyle bütün insanlara ispat etse bu durumda bütün takdirler, sosyal itibar ve şeref o şahsa odaklanır. Kendisi şeref ve itibarını yükseltirken grubundaki kardeşlerini şerefsiz ve itibarsız hale getirir. Bu kişinin haklı bir şekilde yaptığı bu sergileme ve elde ettiği şöhret bu kadar gaddarca ve zâlimce sonuçlara yol açtığından Said Nursi şöyle der:

Meziyetin varsa hafâ türâbında (gizlilik toprağı altında) kalsın, tâ neşvünemâ bulsun.

Ey zîhassa-i meşhure (Ey meşhur bir özellik sahibi kişi), taayyünle (kendini göstererek) zulmetme. Ger perde-i hafânın (Eğer gizlilik perdesinin) altında sen kalırsan, ihvânına (kardeşlerine) verirsin ihsan ve bereketi. Her bir ihvânın altında sen çıkması, hem de o sen olması imkân ve ihtimali, her birine celb eder bir nazar-ı hürmeti (hürmet bakışını). Eğer taayyün edip (belirip) perde altından çıksan, mükerrem iken (değer veriliyor iken) altında, üstünde zalim olursun. Güneş iken orada, burada gölge edersin, ihvânını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten...[5]

İnsanın kişiliği, buz parçasına benzer. Kişinin içinde bulunduğu organizasyon ise, küçük bir havuz gibidir. Ekip çalışmasının mükemmel sonuç vermesi, buz parçası hükmünde olan kişisel duygu ve düşüncelerin o havuzda erimesine tabidir. Kişisel algılarını kardeşlerinin duygu ve düşüncelerinde eriten kişi, grubu sahiplenecek bir şuura yükselir ve grupla bütünleşir. Yani havuzlaşır. Bu durumda buz mantığı ile değil, su perspektifinden gruba bakmayı elde eder. Bu bakış, ekip arkadaşlarının meziyetlerini ona onunmuş gibi hissettirir. Onların başarısını kendi başarısı olarak yaşattırır. Tefâni düsturu kişiyi şefkatli, anlayışlı ve açık görüşlü kılar. Bu sayede kişiye “Sosyal bir İhlas” kazandırır. Kişi, şahsî duygu ve düşüncelerin zulüm ve karanlıklarından kurtulup ferdiyetin nurlu dengesine kavuşur.

d) Fenâ-yı Hakikat: Yani doğru ve hakikat karşısında bütün benliğiyle erime, teslim olma ve boynunu bükmedir. Hakikat, zaman ve mekâna bağlı olmadığı için her zamanda ve mekânda, canlı-cansız, şuurlu-şuursuz her şeyde kendini gösterebilir. Hakikate fâni olma düsturu, kişiyi her şeyden ders alan, hakikati nerede görürse görsün hürmetle takdir eden bir seviyeye yükseltir. “Hikmet müminin yitik malıdır. Onu bulduğu yerde alır”[6] hadis-i şerifi, hakikatte fâni olma ufkunu gösterir. Her nesne ve kişi, böyle birisi için bir üstad ve bir mürşid olur. Bu konuda en çarpıcı örneklerden birisi Cüneyd-i Bağdadî Hz.leridir. Ona sorup derler ki:

- “Efendim, maneviyatta sizi kemale eriştiren mürşidiniz kim?” O der ki:

- “Beni bir kedi irşad etti. Kedinin bir deliğin önünde beklediğini gördüm, ne beklediğini anlamak için ben de onu bekledim. Beklemesi uzayınca usanıp gittim. Sonra tekrar tekrar dönüp baktım. Nihayet bir fare çıktı ve kedi avını yakalayıverdi. Demek ki, dedim, meramına ulaşmak için kişinin gerekli sabrı göstermesi lazım.”

İnsanın enâniyeti yani benliği bir buz dağı gibidir. Onun içinde bulunduğu havuz ise, geçmiş ve geleceği ile İslam dünyası; daha geniş dairede geçmiş ve geleceği ile bütün insanlık dünyası, en geniş dairede ise, ezelden ebede kadar bütün yaratılmışlardır. O büyük havuzlarda eriyerek kişi, yapıcı ve hayırlı hale gelir.

e) İmânî Tefekkür: Yani yeryüzündeki sanat eserlerini inceleyerek onların Sanatkârı olan Allah’ı tanımaya dair düşünmek… Bu tefekkür yoğunlaştıkça kişinin zihni bütüncül bir bakış elde edip gittikçe yükselir. Bu yükseliş kişiyi maddeden, maddenin aslı olan kuvvete, onun kökü olan kudrete ve Allah’a götürdüğü gibi; tabiatın görüntüsünden hakikate, onun kökü olan ilme ve Allah’a ulaştırır. Bu yüksek ve derinlikli bakış Allah’ın her yerde hâzır ve nâzır olduğunu bilecek ve hissedecek bir ilmi sonuç verir. Bu ilim ise, olumlu ve olumsuz, acı ve tatlı her şeyi Allah’ın yarattığını ve kendisine verdiğini kesinkes gösterir. Bu hal ise, karşılaşılan her şeyi ve yaşanan her olayı Allah’tan gönderilmiş özel bir mektup gibi akıl gözünün önüne serer ve okutur. Bu ise, kişiyi ihlasa eriştirir. Bu tarz Tevhid’e dayalı derin tefekkür kişiyi yaratılmışlardan geçirip Allah’ı ona gösterdiği ve tam manasıyla tanıttığı için sahabeler tefekkür-marifet-ihlas bağını anlatmak sadedinde “Kul Hüvallahu Ehad” suresine   “İhlas Suresi” ismini vermişler. Surede ihlas ile alakalı herhangi bir kelime geçmemesine rağmen… Kişinin imânî tefekkürü devam ettikçe, ihlası da zirveleşir.

Fenâ-yı Hakikat ve İmanî Tefekkür, kişiyi “Evrensel bir İhlas” a eriştirir. Benliğin, üstünlük iddiaları söner ve vehimlerin verdiği karanlık düşünceler gider. Hakikatte fâni olmak gösterir ki, insan doğru ve gerçeğe hizmet etmek için yaratılmıştır. Ego-santrik ama binlerce kitap okumuş bir profesör değil bildiği 3-5 doğruyu yaşayan ve başkalarına şefkatle anlatan kişi hakikatte daha üstündür. Fazilet, hak ve hakikate ayna olmadadır. Kim daha iyi yansıtıyorsa o daha üstündür. Hakikatin gösterdiği kesin kanıtlar, vehimlerin karanlık bakışlarını bitirir. Çünkü hiçbir şeyin ilimsiz yaratılamadığını, ilmin her şeyin şablonu ve kalıbı olduğunu, Allah’ın her nesneyi ilmî şablonlarla yaratıp idare ettiğini %100 kesinlikte akla ve vicdana gösterir. DNA ve RNA canlılardaki İlahî şablonlardır.

Hakikatte fâni olmanın verdiği evrensel göz ile kişi, her şeyi acz ve çaresizlik, fakirlik ve ihtiyaç içinde kıvranıyor görür. Şefkatle onları himaye etmek, merhametle onları doyurmak ister. Hayatından bütün olumsuz duygu ve düşünceler eriyip gider; evrensel bir hüviyet kazanır.

Bu 5 özellikle kişi hakiki ihlası elde edip iç terbiyesini tamamlar. Hakiki iç terbiye Sahabe yolu gibi, zikir ve fikre dayalı bir kalb ve nefis terbiyesi, sabır ve cihada dayalı bir şahsiyet ve ruh terbiyesi, hakikatte fânilik ve sıdka dayanan bir enâniyet ve sır terbiyesi ile tahakkuk edebilir. Hz. Peygamber (ASM) bu terbiyenin tamamını kompleks bir şekilde içeren kardeşlik düsturunu, fenâ fi’l-ihvan ve tefâni kaidesini keşfetmiş ve ömür boyu uygulamıştır. Mekke yıllarında Mekkeli sahabeleri kendi aralarında, Medine yıllarında ise Mekkeli sahabeler ile Medineli Sahabeleri kardeş yapmış, kişi kişi eşleştirmiştir.

Yapılan detaylı incelemelerde görülüyor ki, Hz. Peygamber (ASM) bu kardeşlik kuralını Kur’andaki kıssalardan ders almıştır. Hz. Musa ile Hz. Harun (Aleyhimesselam) hem öz kardeşti, hem de Hakka hizmet yolunda dava kardeşi idi. Birbirlerinde fâni idiler. Hz. İbrahim ile Hz. Lût (Aleyhimesselam) da bu kardeşliği yaşıyorlardı. Hz. Lût (AS), Hz. İbrahim’in (AS) öz yeğenidir fakat risalet hizmetinde uhuvveti yaşıyorlardı. Melekler Sodom şehri için “Biz şu şehrin halkını helak edeceğiz; şüphe yok ki o şehrin halkı zalim oldu”[7] dedikleri zaman Hz. İbrahim’in (AS) “Ama orada Lût var[8] şeklindeki endişeli sözü bu kardeşliği gösterir. Bu peygamberlerin karakterlerine baktığımızda ve kıssaları dikkatle okuduğumuzda görürüz ki:

Hz. Musa (AS), dışa dönük, öfkeli, aceleci ve sosyal bir kişilik sahibidir; Hz. Harun (AS) ise, içe dönük, sâkin, çekingen ve içine kapalı bir kişilik sahibidir. Hz. İbrahim (AS), aynen Hz. Harun (AS) karakterlidir. Hz. Lût da (AS), Hz. Musa (AS) gibidir. Hz. Peygamber (ASM) bu inceliği fark ettiği için Mekkeli sahabeleri kardeşleştirirken içe dönükleri dışa dönükler ile eşleştirmiştir. Dışa dönük Hz. Zübeyr bin Avvam (RA) ile içe dönük Hz. Talha bin Ubeydullah’ı (RA); içe dönük Hz. Ebu Bekir (RA) ile dışa dönük Hz. Ömer’i (RA) kardeş yaptığı gibi, kendisi de içe dönük karakterli olduğu için dışa dönük karakterli Hz. Ali (RA)  ile kardeş olmuştur. Bu kardeşleştirmede, her iki taraf kendilerinde eksik olan yönleri kardeşinden ders alarak, olgunlaşıyordu. Bu kardeşleştirme Sahabelerde, birbirlerinde fâni olacak derecede bir kardeşlik, arkadaşlık ve dostluğa yol açıp Mekkeli sahabeleri birer insan-ı kâmil haline getirmiştir. Bu açıdan Resulullah (ASM), Medine döneminde, strateji değiştirerek içe dönük yapılı Mekkeli sahabeleri, içe dönük Medineli sahabeler ile; dışa dönük yapılı Mekkelileri, dışa dönük Medineli sahabeler ile kardeş kılmıştır. İçe dönük Hz. Ebu Bekir (RA) ile içe dönük Harice bin Zeyd’i (RA), dışa dönük Hz. Zübeyr (RA) ile dışa dönük Seleme bin Selâme’yi (RA) kardeş yapmıştır. Tâ ki Mekkeli sahabeler, Medineli sahabelere hem bir üstad hem bir mürşid olsun. Yani manevi ağabeyleri olsun…

İhlası kıran ve kaybettiren çok sayıda sebep var. Bunlardan 5 tanesini ve kısaca izahlarını yaparak yazıyı tamamlamak istiyorum:

a) Maddi Menfaat: Yapılan amel ve görülen din hizmetinin sonucunda bazen hediye ve sadaka gibi maddi sonuçlar da ortaya çıkar. Dine hizmet edenler, zekâta da müstehaktırlar. Fakat bunlar istenilmez. Kişi istemeden ona verilirler. Kişi isteme mod’una girerse, niyeti bozulduğu gibi kardeşlerine verilen zekâtlara karşı da rekabet ve hased duygusu uyanır, ihlasını kaybeder.

b) Tamah: Dünyevi arzular, aç gözlülük ve zenginlik sevdası kişiyi din düşmanları için avlanacak konuma getirir. Bu durumda kişi mukaddesatını satarak kirli bir para ve mala kavuşur, fakat ihlasını kaybeder.

Maddi menfaat ve tamah, “Kişisel İhlas” a zıttır.

c) Korku: Dine hizmetin zorlaştığı dönemlerde bu hizmetle mükellef kişiler gelecek endişesi veya hayati tehlike ihtimallerinden çekinerek toplumun çok muhtaç olduğu iman ve din hizmetini terk ederler. Bu ise ihlası kaybettirir.

d) Tembellik: Rahatına düşkünlük ve gevşeklik, zaman israfına yol açtığı gibi yapılan vazifeleri de istemeyerek yapmaya ve ertelemeye sebep olur. Kerhen yapılan iş ise, kişiye ihlası kaybettirir. Maneviyat açısından şartların zorlaştığı günümüzde tembellik ve rahata düşkünlüğünden dolayı dine hizmeti terk etmek veya ertelemek ve azaltmak veya kerhen yapmak ihtiyaç içinde bekleyen milyonlarca kişiye karşı bir zulüm ve acımasızlıktır.

Bu açılardan bakılırsa korku ve tembellik, “Sosyal İhlas” a aykırıdır.

e) Milliyetçilik: Kişinin kendi milletini sevmesi, başka milletlere düşmanlığa yol açıyorsa doğru ve gerçekçi değildir. Çünkü ırkı ırktan üstün kılan, kanı ve rengi değil, Hakikat ve Hakka hizmetleridir. Bu yüzden kendi ırkını böyle seven birisi, dürüstçe kararlar veremez, âdil olamaz, ırkdaşının zulmüne destek olur. Resûlullah’a (ASM) soruldu:

-"Kişinin soyunu, sülâlesini (kavmini, ulusunu) sevmesi asabiyet (kavmiyetçilik, ırkçılık) sayılır mı?" Hz. Peygamber (ASM) şöyle cevap verdi:

-"Hayır. Lâkin kişinin kavmine zulümde yardımcı olması ırkçılıktır."[9]

Milliyetçilik bu olumsuz haliyle, Allah rızası için hüküm vermeyi engeller. Bu ise ihlası kırar.

Evet milliyetçilik ve ırkçılık da, “Evrensel İhlas” a zıttır.

[1] Tirmizî, Zühd: 4, Kıyâmet: 26; Nesâî, Cenâiz: 3; İbni Mâce, Zühd: 31; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:321.

[2] Al-i İmran, 185.

[3] Zümer suresi, 30.

[4] Buhari, Tefsiru Sure 59/6; Müslim, Hac, 475

[5] Sözler, Lemeat.

[6] İbn Mâce¸ Zühd¸ 15; Tirmizî¸ İlim¸ 19.

[7] Ankebut suresi, 31.

[8] Ankebut suresi, 32.

[9] Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (6)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.