Hz. Ömer'in destansı halifeliği esnasında gerçekleşen olayların belki de en büyüğüdür minbere çıkıp da yüreğini kasıp kavuran o büyük endişeyi iman kardeşlerine açtığı olay...
“Eğrilirsem, beni nasıl doğrultursunuz?”
Bunu sormuştur halife Ömer.
Peygamber aleyhissalâtu vesselam’ın, ‘hak ile bâtılı ayırma’ kabiliyetiyle vasfedip ‘Fâruk’ ünvanıyla şereflendirdiği bir güzide isim olarak bunu sormuştur üstelik.
Aldığı cevap, “Eğrilirsen, seni kılıçlarımızla doğrulturuz” şeklindedir.
Bu kısa ve sert cevap, iki önemli mesajı beraberce içermektedir:
Bugüne kadar senin icraatına ve ictihadına karşı muhalefet sergilememiş isek, bu sen yanlış yapıyor olduğun halde bizim de yanlışa meyyal oluşumuz dolayısıyla susmayı tercih edişimizden değildir. Doğru yolda yürüdüğün kanaatindeyiz ki, karşında değiliz. Yarın hayatî bir noktada ümmeti yanlış bir yola sevketmeye kalkıştığını ve bunda da ısrar ettiğini görecek olsak, hakkın hatırını senin hatırına tercih ederiz.
Rivayetler, aldığı bu cevap üzerine Hz. Ömer’in çok sevindiğini ve halife olarak böyle bir mü’minler topluluğu içinde yaşıyor olduğu için Allah’a şükrettiğini bildirir.
Hz. Ömer, sevinip şükretmiştir; çünkü bu söz hem ümmetin o güne kadarki icraat ve ictihadında bir yanlış görmediğinin teyididir, hem de o günden sonra bir yanlış durumunda koca bir ümmetin de sorumluluğunu almış vaziyette yanlış yolda yürümesine müsaade edilmeyeceğinin...
Hz. Ömer’in bu tavrı çokça zikredilir de, tatbikatına pek de rastlanmaz mü’minler topluluğunun yaşayışında.
Bilakis, mutad uygulama, ‘mürşid’ makamında gördüğümüz kişiler tarafından yapılan yanlış bile olsa bir hikmeti olduğunu düşünmek, “Hikmeti nedir?” diye sual edeni ise “Hikmetinden sual olunmaz” diye susturmak şeklindedir.
O yüzden, bir eleştiri ahlâkı yerleşmemiştir bugünün ehl-i dininin dünyasına.
Onun yerine, ‘eleştiri’yi ahlâksızlık olarak görme gibi bir tutum tercih edilmektedir.
Hatta, ‘ihanet’ olarak...
Ortada bir yanlış mı var? Elimiz ve dilimiz, yanlışı düzeltmek için değil; yanlışa dikkat çekeni ‘hizaya getirmek’ için çalışır hemen.
Susmayı tercih edip rahat edecek yerde, yanlışa işaret edip izalesi için çırpınan bir mü’min görünce, Hz. Ömer misali şükür sözleri dökülmez dilimizden...
Ömer ‘kılıçla’ düzeltilmeye dahi razıyken, bizim ‘sözle’ doğrultulmaya dahi tahammülümüz yoktur.
Bilakis, ‘Sus!’ der ellerimiz, “Şimdi geliyorum ha!” mesajı verir ayaklarımız, ‘ihlas’ı hatırlatır dillerimiz.
Bir yanlışı, bir eksiği, bir kusuru âdâbınca ifade etmek, Bediüzzaman’ın “Haklı tenkid hakikatı rendeçler” beyanına, “Mehenge vurunuz. Sözlerim bakır çıktıysa...” diye başlayan ricasına rağmen, ‘tenkitçilik hastalığı’ damgasını yer hemen.
Ardından, ‘ihlas’ hatırlatılır.
Sizin getirdiğiniz uyarı ‘tenkitçilik hastalığı’dır da, sizin uyarınıza ‘tenkitçilik hastalığı’ yaftasını vurmak tenkitçilik değil, hastalık hiç değil, bilakis sıhhat alâmetidir!
Siz bir yanlışa dikkat çektiğinizde “İhlas Risalesi’ni kendi nefsi için okumak” ölçüsünden söz edilir de, bu uyarıyı yapanın daha bu uyarıyı yaparken “İhlas Risalesi’ni nefsi için değil, bir mü’min kardeşi olarak size karşı” okuyor olduğu çelişkisi asla görülmez.
İhlas Risalesi, elbette, öncelikle ve esasen kendimiz için, kendi nefsimizi sigaya çekerek okunmalıdır; bu açık...
Ama İhlas Risalesi’ni yazarak Bediüzzaman ‘kendi nefsi’ni değil ‘kardeşlerinin nefsi’ni de muhatap aldığına, “Şöyle yapın, bundan sakının” diye nasihatlarda bulunduğuna göre; kendi nefsini unutmamak kaydıyla İhlas Risalesi’nin ölçüleri pekâlâ iman kardeşlerimiz de değerlendirme alanında tutularak okunabilmelidir.
Nitekim, yukarıda da dikkat çektiğim üzere, ortada çelişik bir durum vardır zaten.
Bir mü’minin bir yanlışın izalesi gayretiyle getirdiği bir eleştiri İhlas Risalesi düsturları hatırlatılarak ‘ihlassızlık’ kapsamında değerlendirirken gerçekleşen, elbette ki bir mü’mini ‘ihlassızlıkla’ suçlama ‘ihlası’ değildir!
Hayır, haklı tenkid ‘ihlas düsturları’na aykırı değildir. (“Sizlerin kalb ve ruh ve aklınızı ittiham etmem. Risale-i Nur’un verdiği tesire binaen itimad ediyorum. Fakat, nefs ve hevâ ve his ve vehim bazen aldatıyorlar. Onun için, bazen şiddetli ikaz olunuyorsunuz. Bu şiddet, nefs ve heva ve his ve vehme bakıyor; ihtiyatlı davranınız.”)
Haklı tenkid ‘ihlas düsturları’na ters olmadığı için, bir noktada kritik bir yanlış görüp ona dikkat çeken de, o yanlış görülenin aslında ‘yanlış’ olmadığı veya ‘kritik’ nitelikte olmadığı cevabıyla mukabele eden de ‘ihlassızlık’ ediyor değildir.
Benim için bir eleştiri/özeleştiri ikliminde ‘ihlas’ kriteri, haklı olduğu hallerde dahi zayıfı ‘ihlas düsturları’nı hatırlatarak eleştirenin, haksız olduğu bir halde kuvvetliye de ‘ihlas düsturları’nı hatırlatma yürekliliği gösterip göstermediğidir.
Bir gerilim anında küçüklere İhlas Risalesi’ni hatırlatanların, büyüklere de İhlas Risalesi’ni hatırlatıp hatırlatmadığıdır.
Haksız olduğu halde güçlüye birşey diyememek, mağdur olduğu halde zayıfa ‘ihlas’ düsturlarını hatırlatmak...
Hayır, ihlas bu değildir.
Bu, ihlas değildir.
‘Uhuvvet’i tesis etmenin yolu da buradan geçmememektedir.
Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor:
“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
‘Kardeşine, zalim de olsa mazlum da olsa, yardım et.’
‘Mazlumsa yardım ederim de, zalime nasıl yardım ederim?’ diye sorulmuştu.
‘Onu zulümden alıkoyarsan, bu da ona yardımdır’ buyurdu.” (Bkz. Buhârî, Mezalim 4, İkrah 7; Tirmizî, Fiten 68).