Kur’an’la irtibatı kavi insanlarda, başka insanlarda olmayan bereketli bir hal hissederim. Onlarla her buluşmanızdan, manen zenginleşmiş olarak ayrılırsınız. Bir sonraki buluşmayı özlersiniz.
Kur’ân’la irtibatı kavi insanların eserlerinde de benzer bir keyfiyet vardır. Böylesi kitaplara, Kelam-ı Ezelî’den bir anlam hazinesi yağmış gibidir; okunmakla bitmez. Her okuyuşta yeni birşey öğrenir, her okuyuşta farklı bir cevher keşfedersiniz.
Benim için, bu haldeki eserlerin birincisidir Risale-i Nur. Öyle risaleler vardır ki, belki yüzlerce kez okuduğum halde, bir kez daha okuma iştiyakı kalmıştır içimde. O derece derin ve zengindir zira.
Yakınlarda bunu, “Yirmibirinci Lem’a,” yani ikinci İhlas Risalesi vesilesiyle, bir kez daha yaşadım. Bunca okumuşluğuma rağmen farketmediğim nüanslar gördüğüm bir okumaydı bu benim için. Maamafih, nihayet farkettiğim için sevindiğim nüansların yanısıra, şimdi bu kadar apaçık gözüktüğü halde neden daha önce görememişim diye hayıflandığım hususlarla da karşılaştım.
İhlas Risalesi’nin ‘ihlası kıran maniler’e dair kısmının sonuydu beni bu derece hayıflandıran. Bu maniler bahsi ki, o vakte kadar defalarca okumuş olduğum halde gerçek mânâda ilk keşfim, 80’lerin sonlarında düne kadar canciğer kuzu sarması olabilmiş mü’minleri kurtlar sofrasında ‘emval’ kavgası yapar halde gördüğümde gerçekleşmişti. “Bunca tetebbuattan, bunca kıraat, bunca feragattan sonra böyle bir tökezleyiş, bu derece bu düşüş nasıl olabiliyor ki?” sorusuna aklım cevap bulamazken, bu bahisteki “Sizlerin kalb ve ruh ve aklınızı ittiham etmem. Risale-i Nur’un verdiği tesire binaen itimad ediyorum. Fakat herkeste nefis bulunur” diye başlayan kısa izah uyandırmıştı beni.
Mü’mini yekpare görmeme; kalb ile nefsi, ruh ile hevayı, akıl ile vehimi ayırabilme dersini böylece öğrenmiştim. Bu sayede, bunca senelik bir adanışın ardından bu derece düşüşlerin ‘kalbin sukutu’ndan değil, ‘nefis ve heva ve his ve vehmin’ geçici galebesi dolayısıyla, kalb ve ruh ve aklın tesirsiz kalmasından kaynaklandığını öğrenmiştim.
Bu ilk keşfin ardından, ilgili bahisteki ‘ihlası kıran iki mani’ üzerine yoğunlaşan zihnim, ‘hizmet müessesesi’ mantığı ile bu iki mani arasındaki etkileşimlere çevirmişti nazarımı. O fırtınalı zamanda gözlemlediğim tablodan edindiğim en önemli tecrübe buydu.
Yakın zamanda ise, bunca vakit, yaşadığım tecrübelerin de sevkiyle zihnimin kilitlendiği bu ‘iki mani’nin ardından gelen bir ‘üçüncü mani’yi nihayet farkedebildim. Nihayet! Hayıflanmamak elde değildi; çünkü Bediüzzaman bu üçüncü maniyi açıkça yazıyordu. Ama ilk iki maniye karşılık bu üçüncünün sadece ismini vermiş, izahını “Yirmidokuzuncu Mektub”un altıncı kısmına, yani ‘desise-i şeytaniye’ bahsine bırakmıştı.
Bunu nihayet farketmekle de anlamıştım ki, İhlas Risalesinin ahirindeki ‘ihlası kıran maniler’ bahsi bu ‘üçüncü mani’ ile bitmiyor, “Yirmidokuzuncu Mektub”daki“Desise-i Şeytaniye” bahsi ile devam ediyordu. Demek ki, bu bahiste karşımıza çıkan altı desise, ihlası kıran altı mani olarak da okunmalıydı:
(1) hubb-u câh, yani şöhretperestlik, yani kitlelerin teveccühünü kazanma çabası,
(2) ‘üçüncü mani’de de karşımıza çıkan ‘korku’ damarı,
(3) tamahkârlık,
(4) milliyetçilik,
(5) enaniyet,
(6) tenbellik, tenperverlik ve vazifedarlık...
Benim için özellikle çarpıcı olan husus, gerek İhlas Risalesi’nde, gerek onun devamı niteliğinde olduğunu nihayet keşfettiğim “Desise-i Şeytaniye” bahsinde, ‘ihlası kıran’ bir mani olarak ‘korku’nun bilhassa yer alıyor olmasıydı.
Yirmisekiz yıldır Risale-i Nur okuyan bir kişi olarak nihayet farketmiştim ki, Bediüzzaman ‘ihlas’ ile ‘korku’ arasında bir ters orantı kurmaktadır. Ona göre, Allah’tan gayrısından korkmak ile ihlas, bir kalbde beraber bulunmaz. Korku girerse ihlas çıkar; ihlas girerse korku defolur gider. İhlaslı kişi Allah’tan gayrısından korkarak hareket etmez; böyle bir korkunun tesiriyle hareket eden kişi ise ihlas erozyonuna maruz kalır.
Açıkçası, nasıl ‘menfaat-ı maddiye’ tasavvurları işin içine girdikçe ihlas zedeleniyorsa, nasıl ‘insanların teveccühü’ gibi ‘manevî menfaatler’ hesabına ihlasa halel geliyorsa, korku da ihlası aşındırmaktadır.
Yirmisekiz yıldır okuduğum Risale-i Nur’da o kadar zamandır apaçık karşımda durduğu halde ancak şimdi farkedebildiğim bu ihlas-korku denklemini keşfedeli yirmisekiz gün bile olmuş değil ve keşfettiğim günden beri ruhumda fırtınalar yaşıyorum.
Tam da bu fırtınanın ortasında karşıma çıkıveren bir ‘ortak değer’ yazısının bende uyandırdığı hissiyatı, sanırım tahmin edersiniz... (2007)