Kırkıncı Hoca’nın meşhur bir dramatik tiyatro gibi örneği vardı. Haşrin Onuncu Hakikat’ının doğrultusunda üretilmiş bir sahneydi.
Bir adam çok sevdiği birkaç kişiyi itinali bir şekilde besler, bir dediklerini iki etmez. Güzel yemekler yedirir, güzel libaslar giydirir, has bahçelerde gezdirir. Aradan yıllar geçer bir gün adamlara beyaz bir libas giydirir. Onları bir bahçeye çıkarır. Orada bir satır ile bir de kütük vardır. Adamlar sorar, kerem sahibi zat onlara derki “şimdi hepinizin kafasını o satırla bu kütüğün üzerinde koparacağım, sonra şurada eştiğim çukurlara gömeceğim.” Adamlar isyan eder. ”Sen bu kadar itina ile bizi yıllarca besledin, onlar keremdi, ikramdı, itibardı, şimdi o keremin sonucu bu zulüm olur mu? Bize güzel şeyler hissettiren kafamız, neden o satır ile koparılsın? Senin harika tenaumunu neden bu katliam ile bozuyorsun? Bizim güzel bedenimiz, hislerimiz, duygularımız ve bütün büyük isteklerimizin zarfı olan bu bedeni neden farelere yediriyorsun? Bu senin hikmet ve adaletinle birleşir mi. O zaman sahte bir ikramcı, iki yüzlü bir zalimsin demek, başka türlü izahı yok.”
Bediüzzaman, bu yapılanlara “ihtifalat-ı mühimme“ diyor. Harika bir terkip. Bütün yapılan mühim işler, yaratmak, büyütmek, ağzın bütün tadlarına uygun nimetler yaratmak, kainatı o insanın yaşamasına uygun bir şekilde kurgulamak, hayatın devamı için ne varsa yapmak… Bütün bunlar ihtifalat-ı mühimme.
Bediüzzaman bunları anlatır.
“Hem hiç makul mü dür ki, hatta çekirdek kadar her bir mevcuda, bir ağaç kadar vazife yükü yüklesin, çiçekleri kadar hikmetleri bindirsin, semereleri kadar maslahatları taksın da bütün o vazifeye, o hikmetlere, o maslahatlara, dünyaya müteveccih yalnız bir çekirdek kadar gaye versin. Bir hardal kadar ehemmiyeti olmayan dünyevi bekasını gaye yapsın. Ve bunları alem-i manaya çekirdekler ve alem-i ahirete bir mezra yapmasın. Ta hakiki ve layık gayelerini versinler ve bu kadar mühim ihtifalat-ı mühimmeyi gayesiz, boş abes bıraksın. Onların yüzünü alam-i manaya alem-i ahirete çevirmesin. Ta asıl gayeleri ve layık meyvelerini göstersin.”
Bunlar farklı fiiller ama mühim fiiller. Göz görüyor, sanatı düşünüyor, sanatkarı düşünüyor, secdeye kapanıyor. Çünkü büyük sanat eseri bu kainat karşısında bir tavır gerekir o da secdedir. Akıl anlıyor evrenin inşasının maksadını ama o maksada gelip kafasını satırla koparmakla mı cevap verilecek? İşte “kafir Alllah’ın düşmanı olması bu yüzdendir” diyor Bediüüzzaman. Çünkü bütün kainatın kendine hizmet ettiği bir aziz varlık iken onu toprağa atmak, vahşi haşarata yem etmek aklı almadığından Allah’a düşman oluyor. Böyle bir fiili nasıl yapasın diye eleştiriyor. Haksız ama mantığı vardığı kadar.
İşte bütün bu ihtifalat-ı mühimme yani güneşi yaratmak yerine koymak onunla varlıkları büyütmek, tam bir süt fabrikası koyunu yaratmak sonra insana hizmetkar etmek, arıya bal yaptırmak, ağzın bütün zevklerini, tadlarını nazara alıp onlara uygun ziyafetler düşünmek sonra bütün bunları bir cellat sahnesiyle sonlandırmak… İşte onları gayesiz, boş, abes bırakmak bu. Bir vazoyu bile kırıp atamazken Allah’ın canlı vazosunu toprağa kim atar? Mikelanj’ın Musa heykelini kim kırıp torağa atabilir, kim bir köpeğin patilerini kesip onu böyle bir trajediye mazhar edebilir?
Metin devam ediyor.
“Evet hiç mümkün müdür ki bu şeyleri (bu değişmeleri) böyle hilaf-ı hakikat yapmak, (yapılan herşey hakikat hem ne hakikat sonra onları tam zıddına inkılap ettirmek) kendi evsaf-ı hakikiyesi olan Hakim, Kerim, Adil, Rahim’in zıtlarıyla haşa sümme haşa muttasıf gösterip hikmet ve keremine adl ve rahmetine delalet eden bütün kainatın hakaikini tekzib etsin. Bütün mevcudatın şehadetlerini reddetsin. Bütün masnuatın delaletlerini iptal etsin.”
Hakiki vasfı hakim herşeyi bir gayeye göre yaratıyor. İnsan da öyle değil mi bir kibrit kutusunu kibritiyle beraber yakıp atamazsınız, bir çay bardağını kırıp atamazsınız. Allah hikmetle yaratıyorsa o hikmete, gayeye uygun çalıştırmalı ve sonunda mükafat vermeli. Sen iyi insan olarak yaşadın ben sana dünyayı verdim şimdi hakkını verdin al sana cennet ve saadet.
Kerim ikram eden. Bütün ikram ettiklerini insan inkar eder. Bana balı tattırıp toprağa gömemezsin, o zaman hiç tattırmasaydın hakkı yok mu? Sonra herkese hayatının devamı için gerekli azaları veren yani adil davranan Allah o adilane yapılmış bedeni neden farelere yedirsin? İşte doğduğu anda anasının memesine süt gelen çocuğa merhamet eden biri var. Neden o çocuğu sonunda toprağa gömsün? Hiç Picasso en büyük eseri olan Fuernikayı kırıp çöpe atar mı? İşte bu yüzden kendini yalanlayan bir ilah olamaz. Bütün mahlukatın önü gösteren şehadetlerini kendi inkar edemez. “Sen beni gösteriyorsun. Nereye baksam dopdolusun seni nere koyam benden içeri diyor” Yunus Baba. Herşey O’nu gösterirken o şeyleri yokluğa atamazsın.
Bu yüzden Abdülhak Hamit şöyle diyor: “Sen varken olur mu ahiret yok. Çünkü bu güzel kainatı yaratan Sensin, daha başka güzel daha güzel bir kainatı da yaparsın, bizi çürümeye atmak senin bütün isimlerine zıttır.”
Yine Hamid;
“Allah derim gelir mecalim
Allah dedim gider zevalim” demiş. Bunu hocam tekrar ederdi zaman zaman çünkü o Türk edebiyatını okumuştu. Edebiyatımız dinimizi besler ama okuyana, bakana, araştırana.