II. Risale-i Nur ve Sanat Çalıştayı başlıyor

Risale Akademi tarafından organize edilen Risale-i Nur ve Sanat Çalıştay'ının ikincisi yapılacak

Ahmet Bilgi'nin haberi:

Risale Akademi tarafından Bediüzzaman Said Nursî’nin vefatının 50. yılı münasebetiyle organize edilen Risale-i Nur ve Sanat Çalıştay'ının ikincisi yapılacak.

Çalıştay koordinatörü Mustafa Akça'nın verdiği bilgiye göre 24 Temmuz 2010 tarhinde Ankara'da düzenlenecek olan 2. çalıştayın konusu Unsur'ul-Belagat olarak belirlendi.

Bu konuda çalışma yapabileceklerin ve katkı sunacakların da katılabileceğini hatırlatan Akça, söz konusu çalışmaların bilgi@risaleakademi.com adresine iletişim bilgileri ile gönderilmesi halinde değerlendireleceğini söyledi.

22 Mayıs Cumartesi 2010 tarihinde yapılan “1. Risale-i Nur ve Sanat Çalıştayı”na bir çok uzman katılmıştı.

İLGİLİ HABERLER:

 

 
Risale-i Nur ve Sanat Çalıştayı...-FOTO

1. Risale-i Nur ve Sanat Çalıştayı

2. RİSALE-İ NUR VE SANAT ÇALIŞTAYINDA ELE ALINCAK KONU:

UNSURU'L-BELÂGAT

Birinci Mesele

Tarih lisan-ı teessüfle bize ders veriyor ki: Saltanat-ı Arabın câzibesiyle A’cam, Araplara muhtelit olduklarından, Kelâm-ı Mudârî’nin melekesi denilen belâgat-ı Kur’âniyenin madenini müşevveş ettikleri gibi; öyle de, Acemlerin ve acemîlerin belâgât-ı Arabiyenin san’atına girdiklerinden, fikrin mecrâ-yı tabiîsi olan nazm-ı maânîden, zevk-i belâgatı nazm-ı lâfza çevirmişlerdir. Şöyle ki:

Efkâr ve hissiyatın mecrâ-yı tabiîsi nazm-ı maânîdir. Nazm-ı maânî ise mantıkla müşeyyeddir. Mantıkın üslûbu ise, müteselsil olan hakâike müteveccihtir. Hakâike giren fikirler ise, karşısında olan dekâik-ı mâhiyatta nâfizdirler. Dekâik-ı mahiyat ise, âlemin nizam-ı ekmeline mümidd ve müstemmiddirler. Nizam ı ekmelde herbir hüsnün menbaı olan hüsn-ü mücerred mündemiçtir. Hüsn ü mücerred ise, mezâyâ ve letâif denilen belâgat çiçeklerinin bostanıdır.

Çiçeklerin bostanı, cinan-ı hilkatte cilveger olan, ezhara perestiş eden ve şair denilen bülbüllerin nağamâtıdır. Bülbüllerin nağamâtına âheng-i rûhanî veren ise, nazm-ı maânîdir.

Hal böyle iken, Araptan olmayan dahîl ve tufeylî ve acemîler belâgat-ı Arabiyede üdeba sırasına geçmeye çalıştıklarından, iş çığırdan çıktı. Zira bir milletin mizacı o milletin hissiyatının menşei olduğu gibi, lisan-ı millîsi de hissiyatının mâkesidir. Milletin emziceleri muhtelif olduğu gibi, lisanlarındaki istidad-ı belâgat dahi mütefavittir–lasiyyemâ Arabî lisanı gibi nahvî bir lisan olsa...

Bu sırra binaen, cereyan-ı efkâra mecrâ ve belâgat çiçeklerine çimengâh olmaya çok derece nâkıs ve kısa ve kuru ve kır’av olan nazm-ı lâfız; mecrâ-yı tabiîsi olan nazm-ı mânâya mukabele ederek belâgatı müşevveş etmiştir.

Zira acemîler su-i ihtiyar veya sevk-i ihtiyaçla lâfzın tertip ve tahsinine ve maâni-i lüğaviyenin tahsiline daha ziyade muhtaç olduklarından ve elfâz, mecrâ olmak cihetiyle daha âsân ve daha zahir ve nazar-ı sathîye daha mûnis ve hevâm gibi avamın nazarlarını daha cazibedar ve avamperestâne nümayişlere daha müstaid bir zemin olduğundan, elfâza daha ziyade sarf-ı himmet etmişlerdir. Yani, ne kadar bir mesafe kat ederse, önlerine çok muşa’şa’ sahralar kendilerini göstermek şanında olan tertib-i maânide olan tegalgulden zihinlerini çevirip, elfâz arkasına koşup, dolaşıyorlar. Maânînin tasavvurlarından sonra elfâzın arkasına gitmekle fikirleri çatallaşmıştır. Gide gide elfâz mânâya galebe etmekle istihdam ederek, “lafız, mânâya hizmet etmek” olan kaziye-i tabiiye aksine çevrildiğinden, tabiat-ı belâgattan böyle lâfızperest mutasallıfların san’atına kadar, yok, belki tasannularına, uzun bir mesafe girmiştir. Eğer istersen, Harîrî gibi bir dahiye-i edebin Makâmât’ına gir, gör. O dâhiye-i edep nasıl hubb-u lâfza mağlûp olarak, lâfızperestlik hevesi o kıymettar edebini lekedar ettiği gibi, lâfızperestlere de bast-ı özür etmiştir ve nümune-i imtisal olmuştur. Onun için, o koca Abdülkâhir bu hastalığı tedavi etmek için Delâil-i İ’câz ve Esrarü’l-Belâgat’ın bir sülüsünü onun ilâçlarından doldurmuştur. Evet, lâfızperestlik bir hastalıktır; fakat bilinmez ki hastalıktır.

Tenbih

Lâfızperestlik nasıl bir hastalıktır; öyle de, sûret-perestlik ve üslûb-perestlik ve teşbih-perestlik ve hayal-perestlik ve kafiye-perestlik, şimdi filcümle, ileride ifrat ile, tam bir hastalık ve mânâyı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hattâ bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için, çok edip, edepte edepsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır.

Evet, lâfza ziynet verilmeli, fakat tabiat-ı mânâ istemek şartıyla. Ve sûret-i mânâya haşmet vermeli, fakat meâlin iznini almak şartıyla. Ve üslûba parlaklık vermeli, fakat maksûdun istidadı müsait olmak şartıyla. Ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlûbun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla. Ve hayale cevelân ve şa’şaa vermeli, fakat hakikati incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikate misal olmak ve hakikatten istimdat etmek şartıyla gerektir.

İkinci Mesele

Kelâmın hayatlanması ve neşvüneması, mânâların tecessümüyle ve cemâdâta nefh-i ruh etmekle bir mükâleme ve mubâhaseyi içlerine atmaktır. Şöyle:

“Deveran” ile tabir olunan, vücutta ve ademde iki şeyin mukarenetiyle biri ötekisine illet ve me’haz ve menşe zannolunması olan itikad-ı örfî üzerine müesses olan mağlâta-i vehmiye üstüne mebnî olan, kuvve-i hayalden neş’et eden sihr-i beyanıyla, sehhar gibi cemâdâtı hayatlandırır, birbiriyle söyletir. İçlerine ya adaveti veya muhabbeti atar. Hem de mânâları tecessüm ettirir, hayat verir, içinde hararet-i gariziyeyi derc eder.

Eğer istersen, gürültülü menzil ıtlakına şâyeste olan bu beyte gir:

يُنَاجِنِى اْلاِخْلاَفُ مِنْ تَحْتِ مَطْلِهِ - وَتَخْتَصِمُ اْلاٰماَلُ وَالْيأْسُ فِى صَدْرِى

Yani, “Mumâtala-i hak perdesi altında hulfü’l-va’d benimle konuşuyor. Der: Aldanma! Onun için, sînemde ümitlerim yeis ile kavgaya başladılar; o mütezelzil hane olan sadrımı harap ediyorlar.” Göreceksin, nasıl şâir-i sâhir emel ve ye’si tecsim etmekle hayatlandırarak, nemmâm olan ihlâfın fitnesiyle bir muharebe ve muhasamayı temsil eyledi. Güya sinematoğraf gibi bu beyit senin aklına rüya görünüyor. Evet, bu sihr-i beyanî bir nevi tenvim eder.

Veyahut yerin yağmurla muâşaka ve şekvasını dinle. İşte:

تَشَكَّى اْلاَرْضُ غَيْبَتَهُ اِلَيْهِ - وَترْشُفُ مَائَهُ رَشْفَ الرُّضَابِ

Yani, yağmurun geç gelmesini ona teşekkî eder. Mahbubun ağız suyu gibi suyunu emer. Acaba yeri Mecnun, sehabı Leylâ hâletlerinde bu şiir sana tahyil etmiyor mu?

Tenbih

Bu şiiri güzel gösteren, içindeki hayalin hakikate bir derece müşabehetidir. Zira yağmur gecikse, sonra gelse, toprak vız vız gibi bir savtı çıkartarak suyunu çeker. Bu hali gören, geçliğine ve şiddet-i ihtiyacına intikal ettiğinden, meşhur deveranın sırrıyla ve tevehhümün tasarrufatıyla bir muâşaka ve mükâleme suretine ifrağ eder.

İşaret

Herbir hayalde bu çiznök gibi bir dane-i hakikat bulunmak şarttır...

(Muhakemat, Risale-i Nur Külliyatı'ndan)

Özel Haberleri