Alışkanlıkların bizi esir aldığı ve yönlendirdiği bir zaman diliminde yaşıyoruz. Geçmiş asırlarda da alışkanlıkların (menfi anlamda) hayata bir müdahalesi var ise de, zamanımızla kıyaslandığında bu müdahalenin çok geri kaldığı görülmektedir. Çünkü günümüzde, globalleşmenin de etkisiyle kültürlerin ve insanların birbirleriyle etkileşimi en üst safhaya çıkmıştır. Haberleşmenin bu kadar gelişmediği dönemlerde etkileşimin de zayıf olduğunu biliyoruz. Önceleri sadece komşunun tavuğu komşuya şirin gözükürken, şimdilerde farklı kıtalarda yaşayan insanların hayatlarına imrenir olduk.
İhtiyaçların dörtten yirmiye çıktığı bu acib asırda, ihtiyacın tatmini için harcadığımız zamanın ve uğraşın daha da çoğaldığı yadsınamaz bir gerçekliktir. Nitekim buna bağlı olarak temel ihtiyaç hükmüne geçmiş olan modern yaşamın 'olmazsa olmazlarını' elde etme çabası, günümüzün 'modern algı tutulmalarından' sadece birisidir. Neyin ihtiyaç olduğunu ve hakikatte neye ihtiyacımızın olduğunu bizim değil, modern hatta postmodern dayatmaların karar vererek iştihamıza empoze ettiği böylesi bir ortamda, ihtiyaçları önem sırasına göre tasnif etmek bile anlamsız geliyor bize.
Modernitenin öngördüğü hayat tarzını tümüyle elde edebilmek ise önceliğimiz haline geliyor. Söz gelimi bir yuvada televizyonun olmaması düşünülemiyor bile… Dünyevi yaşantımızı maddeten kolaylaştıran modernitenin araçlarını elde ediyor olmanın bir sonu da gelmiyor maalesef. Elde edemediğimiz ihtiyaçlar içinse durum daha da vahim, çünkü onlardan vazgeçmiyoruz, vazgeçemiyoruz. Sadece onları ihtiyaç listemizin en üstünde tutarak bir gün onları da elde edebilmenin hesablarını yapıyoruz.
'İhtiyaç ihtiyacı doğurur, ne kadar gelir varsa o kadar gider olur' mantığı su götürmez bir gerçeklik olarak algılanıyor. Sade yaşamın verdiği hafifliği, lezzeti, ruhen ve manen hissedemiyor bu zamanın modern insanı. Hayatın idamesi için elzem olan ihtiyaçların elde edilmiş olması ise insanımızı tatmin etmiyor ve edemiyor. Eşyanın mı insanı, insanın mı eşyayı anlamlandırdığı sualine bir çırpıda cevap veremeyenlerin sorunu, ilk bakışta tatminsizlik olarak gözüküyor. Ama bu tatminsizliğin sebeplerini irdelemiyoruz.
Sanırsam bu kısır döngünün bir sebebi, nimetlerle olan aidiyetimize yanlış mana yüklememizden kaynaklanıyor. Çünkü insan bu dünyada mükerrem bir varlıktır, bütün varlıkların kendisine hizmet ettiği bir varlık… Daha da ötesi, kainatın insan için var olduğu hakikatini ıska geçen insanoğlu; tüm bu nimetlere sahib olduğu gerçeğini de müdrik olamıyor ve tam da bu nedenle sahib olmayı istediği 'şey'lerin bir sonu gelmiyor. Fakirliğimizi, aczimizi dünyadaki nimetlere sahip olup olamamaya nisbet etmenin neticesi, muhtaciyetimizi arttıran bir etken olarak karşımızda duruyor. Halbuki zayıflık ve acizlik, Kadir-i Külli şey'e nisbetendir. İşte bu nedenle: “Hakiki imanı elde eden adam, kainata meydan okuyabilir” denmiştir.
“Yeryüzü benim evim, güneş benim ışığım ve ısıtıcım, ay benim kandilim, tüm bitkiler emrime verilmiş, tüm hayvanlar bana hizmetkar, dağlar benim, denizler benim..” diyebilen bir insanın ; ev olarak müzeyyen bir villaya, lamba olarak görkemli bir avizeye, bahçe olarak geniş ve verimli bir araziye ihtiyaç duymayacağı bedihi bir hakikattir.
Maddiyatta semirenin maneviyatta sığ kalacağı; madde ve mananın birbirinin rağmına terakki ve tedenni edeceği ehlinin malumudur.
İhtiyacatın tasallutundan kurtulabilmenin ve ona karşı müstağni kalabilmenin yolunu ise bize, Halık-ı Zülkemalden maâdasına istiğna etmeyen, Kadir-i Mutlaktan başkasına minnet etmeyen maneviyatın sultanları formülüze ediyor.
İnsanı mücerred anlamda yani nisbetsiz ele aldığımızda, insanın sonsuz aciz ve sonsuz zayıf bir varlık olduğu ve bunun ötesinde ebedi arzuları ve ihtiyaçları olduğu görülür. Bununla birlikte hadsiz düşmanlarının olduğu böylesi bir dünyada, insanın korunmaya ve yardıma ihtiyacının olduğu da izahtan varestedir.
Ezcümle : İnsanın, “kendisine ihtiyacı olmayan” birisine ihtiyacı vardır. O ise Müstağnî-i Alelıtlak olan Cenab-ı Haktır.
Evet bu ihtiyacı tam olarak hissetmeyen birisi, herşeyi kendine düşman ve rakip olarak görür. Herşeyden titrer ve herşeye karşı dilenci bir duruma düşer. Halbuki insan kendini Allaha nisbet etse herşeyin üzerinde bir değer ifade edecektir.
İhtiyaçlar alışkanlığı netice verir; alışkanlıklar ise ihtiyac duyulan şeylerin devamını ister. Alışkanlık ise tekrardan beslenir. Önceleri zayıf olan ipler katlandıkça kopmaz halatlara evrilirler. Öyle ise bu tür menfi alışkanlıklardan kurtulabilmenin yolu, bu süreci tersinden işletmemize bağlıdır. Yani, bir anda menfi alışkanlıklardan müsbet davranışlara geçmeyi ummak safdillik olur. Gerçi bu gayr-i mümkün değil ise de, umumun yolu da değildir. Nitekim ani değişiklikler beklemek sünnetullaha da aykırıdır.
Manevi temrinleri yapmadan mana aleminde yol alabilmek çok güçtür. Bize düşen sünnetullaha uygun hareket etmek ve ihlasımızı, niyetimizi muhafaza ederek, herşeyin sahibine dua lisaniyle tazarru etmek ve yalvarmaktır. Malumdur ki fiili dua esbab planında en etkili duadır.
Hareket yoksa bereket de yoktur. Kur'an- Hakimde "Gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır. Gerçekten güçlükle beraber kolaylık vardır. Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et." Ayetleri meselemiz hakkında ne kadar da manidardır.
Maddi ihtiyaçların gereğinden fazla temini, manevi ihtiyaçların varlığını da setrediyor, gizliyor. Cismaniyetin, havaya olan ihtiyacını -kesinti olmadığı için- hissedemediği gibi, ruhumuz da 'ebed, ebed!' nidalarını duyamıyor. Çünkü ; "Evet, kim kendi uyanık vicdânını dinlerse, "Ebed, ebed!" sesini işitecektir" hakikati, bu sesin duyulabilmesi için ‘vicdanın uyanık olması’ şartını koşmuş. İşte, maddede yoğunlaşan akılların vicdanı uyuyor ve maneviyata karşı ihtiyacını tam hissedemiyor.
İhtiyacın ihtiyacı doğurduğu meselesine geldiğimizde ise; elde edilen her dünyalık, insanın iştihasını biraz daha açar; tıpkı susuzluğun deniz suyuyla giderilmeye çalışılması gibi... İçtikçe içmek ister insan ama susuzluğunu gideremez. Dünya metaı tatlıdır ama zehirlidir, kandırmaz, insanı doyurmaz.
"İnsan ihtiyaçlarının değil, arzularının esiridir. İhtiyaçlar değil arzular sınırsızdır." sözünün çok mühim bir hakikati dile getirdiğini düşünüyorum. Gerçek ihtiyaçlarımızla ‘fantezi ihtiyaçlarımızı’ birbirinden ayırabildiğimiz zaman görürüz ki, gerçek ihtiyaçlarımız bir elimizin parmakları sayısını geçmez…
Hakiki ihtiyacımızın ne olduğu ise, bu yazının en önemli vurgusudur. Bu ise; imanın muhafazası ve imanımızı besleyen amellere(taate) muvaffakiyetimizdir. Çünkü asıl olan ebedi hayatımızdır. Öyle ise, ebedi hayatımızın kendisiyle şekilleneceği imanımız ve amellerimiz en önemli meselemiz olmak durumundadır.