Yılmaz Özdil geçenlerde bir kitap yazdı. İki çevre kitaba eleştiri yazdı, biri yazarın kitabı ile bir sansasyon meydana getirdiği, bir kısmı da kitaba büyük ilgi gösterdi. Doğal bir sonuçtu. Şu anda Türkiye’de fikirleri sürekli gündemde tutulmaya çalışılan Türk düşünce siyasi ve tarihi sahnesinin iki büyük aktörü var: Bediüzzaman Said Nursi ve Mustafa Kemal. Nedense bir çevre fobik bir mantık ile Bediüzzaman’ın hayatını gözden geçiriyor, onu toplumun nazarında suçlamak için mercekle bulduğu olayları suçlayacak şekle getiriyor.
Edebiyatta, fikir adamlığında asıl olan belgelerle konuşmaktır. Mesela ben dörde yakın biyografi yazdım. Nabizade Nazım bir erkanı harb binbaşısı. Onun için Ankara’da kara kuvvetleri arşivinden kurmay subay ve generaller dosyasından onunla ilgili bir el kadar yazılı belge buldum. Edebiyat tarihimizin Nabizade ile ilgili kanaatleri değişti. Mehmet Kaplan daha birçok edebiyat tarihçisi o belgeleri görmemişlerdi. Daha sonra Ahmet Mithat üzerinde ilk mufassal çalışmayı, kısmen biyografiyi yayınladım. Kendi imkanımla birkaç tane bende olan bu kitap için Tercüman-ı Hakikat kolleksiyonlarını İstanbul, Ankara’da taradım. Dünyanın masrafını yaptım ama ortaya bir biyografi ve çalışma grafiği çıktı. Aynı şekilde Ahmet Kutsi Tecer’e çalıştım onun hayatını değiştirdim.
Ülkemizde otantik yazarlık nadir bir şey. Yılmaz Özdil’in kitabının otantik olup olmadığı da ayrı bir araştırma gerektirir ama bizim okuyucumuz otantik yazarlık nedir bunu bilmez. Köpürtülen, kafasına uygun yorumları alkışlar aksini yapan da bilgisi varsa yapar.
Bediüzzaman bu ülkenin kim kabul eder etmez onun bileceği bir şey ama dönüp dolaşıp kendisine gelinen önemli bir aktörü. Mustafa Kemal ise ağırlıklı olarak bir tarihi ve siyasi şahsiyet. Bediüzzaman ile Mustafa Kemal zaman zaman konuşmuşlar. Sonra Bediüzzaman Cumhuriyet’in felsefe ve sistem olduğu zamanlarda izzet ü ikbal ile babı hükümetten çekilip Van’a gitmiş.
Bediüzzaman ikinci meşrutiyet sonrası İstanbul’unda seyirci değil olayların içinde. Onların mecrasını değiştirmeye çalışan bir insan. Batı ikinci meşrutiyeti Osmanlıyı yıkmak için büyük bir siyasi değişim aracı olarak kullanmış. 1908’den 1918’e kadar on yıllık süreçte Bediüzzaman Osmanlıyı ve milleti kurtarmak için büyük çaba sarf etmiş. Bunlardan biri 31 Mart vakası dediğimiz olaydır. Bu olay İngiliz parmağı olan bir olaydır. İsyan Günlerinde Aşk romanında Ahmet Altan isyancıların ellerinde İngiliz paralarının olduğunu yaptığı araştırmalarla roman mantığı altında anlatıyor.
Derviş Vahdeti uzun süre Kıbrıs’ta kalmış orada İngilizce öğrenmiş. İngiliz casusluğu orada aktedilmiş. Oradan İstanbul’a gelmiş bir gazete çıkarmış ve saf Müslüman ahalisini “şeriat elden gidiyor teraneleriyle“ iğfal etmeye başlamış. Bediüzzaman bu piyon adamın gazetesinde halkı tahrik etmenin, ümmeti islamiyeyi iğfal etmenin zararlarından bahsetmiş. Bediüzzaman olaylardan kaçmaz yüz yüze gelir, hatta içine girer. İsyanı bastırmak için çabalamış. Kargaşayı içindeki müteaddid maksatlardan dolayı dindirmenin zorluğunu görmüş geri çekilmiş. Bediüzzaman’ın Osmanlıyı yıkılmaktan koruması bütün tarihi insaflı otoritelerin tesbitidir. Kürtlere Türklerle birlikte hareket etmenin zaruretini birçok yerde anlatmış. İsyanlardan kaçmış önlemeye çalışmış, katılmamış. Öyle iğrenç iddiaların adamı olmayacak nezih bir insan.
Sonra Derviş Vahdeti tutuklanmış, idam edilmiş, casusluğu tesbit edilmiş. Bediüzzaman da mahkeme edilmiş, olayı yatıştırmak için çok çabaladığını -bir eserinde bir romancı titizliği ile de- anlatmış beraat etmiş. “Zalimler için yaşasın cehennem” sadalarıyla mitik bir tavırla sahneden çekilmiş. Olayın özü bu. Gazeteciliğe yakışan bu olayları okumaktır. Profesör Sina Akşin 31 Mart olayı diye bir çalışma yapmış. Yıllar önce okumuştum. Orada Bediüzzaman’ın yatıştırıcı rol oynadığını anlatıyor. Sina Akşin üstelik muhafazakar biri de değil ama ilmin belgeye dayandığına inanan objektif ilim adamı. Sağolsun.
Kimse Bediüzzaman’a çamur değil fındık büyüklüğünde dahi taş atamaz ama şu an yapılan milleti kurtarmayı gaye edinen bir insan kirleterek Türkiye’yi bir siyasi çıkmaza, halkı inşikak-ı asaye sürüklemektir. Bu millet Bediüzzaman’ı tanır onun sayesinde evrenin ve yaratılışın sırlarını anlamış, Allah’a kul olmuş, ona bir şey söylemez.
Bir gün Isparta’da bir halıcı dükkanının önünde halıdan yapılmış iki portre gördüm. Biri Atatürk biri de Bediüzzaman. Dükkan sahibine sordum bu iki aktörü niye bir araya getirdin. Dedi ki “Hocam biri dini kurtarmaya çabalamış, bir cemaat oluşturmuş kimse bu insanların zararını görmemiş, yılların siyasileri ondan istifade etmiş saygı duymuş. Biri de Sakarya savaşını yapmış Ankara’ya zaferle gelmiş.” Baktım bizim aydın dediğimiz adamlar bu adamın karihası kadar karihaya sahip değil.
Ban Yakup Kadri gibi ılımlı bir Atatürkçü hakkında üç eser yazdım hepsi belgelere dayanan. Yakup Kadri cumhuriyetin kurucu kadrosu özellikle Atatürk’le alakadar, yanında olmuş. Kitapları da onun milli mücadele ve daha sonraki olaylardaki rolünü anlatıyor. Ben bunu ders kitabı olarak okuttum. Atatürk’ün portresi bu kitaplarda var. Şuna inanıyorum herşeyi küfretmeye, tahkire gitmeden layıkı ile bu millet ve bu öğrenci bilmeli yoksa birilerinin suçlamaları ile yol alınmaz. Bizim toplumumuz kulaklardan, dudaklardan, dedikodulardan uzak duramaz birçok kanaat bunlardan oluşur. Yakup Kadri Mustafa Kemal konusunda eleştirel bir insan. CHP’den Atatürk’ün çizgisinden çıkmış diye istifa etmiş ve belli kadroların Atatürk’ün mirasını saptırdığını anlatıyor. Ben Yeni Edebiyat Profesörü olarak bunları bilmeliyim, sokak gazetelerinin ağzıyla konuşamam ki.
İşte böyle sayın Yılmaz Özdil. Ciddi araştırmalara dayanmayan metinlerle yazı yazılmaz, üstelik bu olay çok belirgin şekilde ortaya konmuş. Bediüzzaman eceliyle ölmüş bir insan, Azrail’in kol gezdiği olaylarda hıfz-ı ilahi ile yaşamış. Mahkemelerden beraat etmiş, bin mahkeme ile eserleri didik didik edilmiş kimse bir satır ihanet görememiş, onu eleştirmeye çamur atmaya çalışan göz, yorgun argın evine döner.