Günün koyulukları aralamasında bir başka sancı gizli... Yalancı fecrin varlık sebebi öylesi bir imtihan basamağıdır belki de. Binbir ıtır serpiştirilmiş her gayreti neticesine ulaştırmak, onu hedefle barıştırmak kimbilir ne sevimlidir, veya insana öyle gibi gelir.
Önümüzde dikilmiş yokuşların zihinlerde sabitlenmiş basamağını geride bırakıvermek, engin bir sabırla beklenen gelişmelerin ta kendisidir. “Ama” demeden de edemiyoruz; öylesi murada eren insan, ayağı pek yere basmayan, şap ile şekeri birbirine karıştıran, hem kendinden hem de dünya ahvâlinden bîhaber, aklın dar sularında boğulup kaldığı halde vehmî fikrini mutlak hakikat ve kaf dağında gören bahtsızlar takımından biriyse hazret; o aşma, merhâle veya “câmia” dediği grubu da kendine benzetiverir, çıkar!
Kimse küçümsemesin; kışın tipili ikliminde gönülleri kendine çekiveren yalımlanmasıyla etrafa hem ısı, hem ışık saçabilmiş alev yumağını başımıza saran da tek kıvılcımdır, canevinden de özde hislerimizi inciterek harap bir yangın yerine döndüren talihsiz, mütecaviz ve saldırgan alev duvarını önümüze diken yine o; tek kıvılcım.
Bir tek kelime veya “nişan” ile dirildiğimiz, muştu üstüne muştu aldığımız, üstelik de yenilendiğimiz vakitler sürüyle; yine öylesi yegâne kelâmla bu ummanın dalgalarına saplanıp kalmamız da... “Ya hayır söyle, ya sus!” tâlimatıyla aynı hedefe akıveren, ama önüne dikilmiş imtihan yokuşlarını yağdan kıl çekme basitliğinde sökebilmenin belki de temeli; şiârı...
Hedefe kilitlenen “niyet”imiz, keşke daima aynı hattı takip edebilse! Ama hayır, kimi serkeş meyillerle işaretlenen ve sevk edildiğimiz istikametten sapıvermesek, sanki cihan göçecek!
İşin can alıcı hassas noktası, karşımızda sırıtıp durur her zaman. Aralanan perdenin gerisinden, acaba hangi yüz uzanacaktır?
Başkalarını ne biliriz, ne de bilmeyi isteriz. Sebebi mi?.. Geçelim şimdilik; güllük gülistanlıklarla çepeçevre sarılı saraylara tırmanan yokuşta, kimi vakit diz bağlarını çözen sır gibi gizli maniayı buna benzetmek, bilmem ne kadar doğru?
Tohumun çatlaması, gün dönümlerinin ardından ufkun tekrar ap ak olması; ışıması, sert esinti darbelerinin aniden kesilip huzurun dalgalanması, filizleniveren nice sevgi ve o yokuşun tükenmesi...
İyi, güzel de; ya hepsinin gerisindeki?..
***
“Yelkeni paramparça, ana direği bel yerinden ikiye katlı, teknesi acayip köhne bir gemi harabesine ne çok benziyorum.
Gidiş yönünü işaretleyen pusula -ama sadece, pusula- şükür ki hâlâ elimde. Bağrım mı? “Türedilik” rüzgârı esmeye durduğu günden beridir; ikide bir ürpermededir.
Ağacından sökülerek yere yığılanların üstüne eklenme gerçeği, bir başka vücuda ilâve diye anlamakta mâzurum belki de...
İster öyle, ister böyle; gene de...
Kalbimdeki sinsi gölge kapalı kutudan beter saklı küçük dünyamı, kenarından köşesinden tırtıllıyor mu ne?
O yaprak yığının gitgide daha bir kokuşmaya duracağını hesaplayabilmem, o gölgeye direnen ışıktan huzmelerle... Daha bir dinç, daha bir hasretlik; ağacına, koptuğu gövdeye, uzviyete...
Bu toz talazda boğulmak istemiyorum!
“Bu çöllerde” mahvolmayı -sahi- kim ister?
Hakikatı bir anlığına avuçlayabilmek ayrı; onu kalb şehrinin sultanı kılabilmek, çok daha ayrı... Reddi akıl dışı “zaruretlerin” bütün keyfiyetini idrâkse, erişilmesi nâmünkün bir Zümrüdü Anka...
Sıkıntısını çekmeyi baş göz ettiğimiz sevimli iklim, dünyama ve iç âlemine tekrar gülerse eğer, yüreğimin tepesindeki düğümün pek kolay çözüleceğine inanasım geliyor. Eğrilik büğrülükleri göz ardı etmeye “müsbet hareket” yaftasını yapıştırıp; hiç de öyle olmadığı ve öyle anlamanın “bir büyük cinayet” zincirinin orta halkası sayılacağını bildiğin hâlde hem de, kendi “nefs hâletinle” hakikat üstü hakikatları incitme hâdisesine bel bağlamakla, her yönüyle “emin” bir ülkeye varılabileceğini sanmak, ihanet değilse de, bir büyük gaflet elbet! En derin uyku mahfiline dalmışken rüya tâbirine kalkmanın onun ölüm derecesine yaklaştığı mânâsına geldiğini ne iyi bilirsin halbuki...
Şimdi, belki sen de.... Sen de böyle diyorsundur kendine.
...Yahud gelecek günlerde...
Satırlarda hapsolmuş mazi manzarası kimbilir nerede yazılmıştır; ihtiyarın haricinde şimdiki hâlini ne çok anlatıyor ama. Hatırladık; yalancı fecirden sonraki katran karası bir vakitte ancak bunlar denebilirdi! Başlamanın ağırlığını, kahrediciliğini, eziciliğini sadece bitişi hedeflemek azaltabilirdi.
Aslında katman kayalar gibi ağırlıklarıyla birbirini ezen birikmiş vakitlerin tortusu, sarsıcı nice acıyla yoğrulmuş iç burkuntusu, tiksindirici yabancılaşma ve kopmaların korkusuyla dopdolu satırlar, anlayana bir zafer teranesidir; hedefi kavrama isteğiyle bütünleşmiş keskin niyetlere aniden çıkıveren “hads sür’atini” gösterir.
***
Bir yığın rengi ve açıktan koyuya renk türlerini sahiplenmiş bütün ilk himmetler ter gerektirir elbet, “cehd” gerektirir. Kirli sarı hüznün ondan ona atlayabilen yapışkanlığı, belki de bundan kaynaklanır. Yokuşu tırmanıp da, asıl zirveye ulaştırıcı menzile varmadan evvel, erilmesi ondan daha müşkül emeller için kaygı duymaya kalmak, katlanılabilir değerdeki hâlleri bile çekilmez kılmaz mı?
Biliyoruz; böyleleri için “kozalak kafalı” sıfatını seçmeyi her daim çok isterdin; tadına bile varılamayacak endişe girdaplarına sürüklenmeyi bir mârifet bilenleri de, “kaz sürüsüne” mi benzetirdin, ne?
“Yine öyle derim ben; bir işe girişip, şişine şişine kol çemremeler, bulunmaz Hint kumaşı sayılamaz tabiî; asıl mârifet, gerektiğinde ve yeri geldiğinde ona tekmeyi yapıştırabilmek, terkedebilmektir.”
Ne doğru!...
Varış yerine ulaşamayan, hedefinden çok uzağa düşen bir ok için, neticenin nasıl olabileceğini bile bile- “Müştebih ağaçları gösteren semereleridir.” Çünkü... -kol kuvveti sarfederek yay germenin lüzumsuzluğunu göstermek de bir mârifet mi? Zihinde kurulan sâdece iş yapar görünmek ise, o başka tabiî...
Çörelenmiş bir ağulu yılandan korkunç heyûlayı, kalbinizin köşesinden ve bucağından ısrarlı kovmalarla atabiliyorsanız, bir başka gün dönümünden diğerine sıçramaya hak kazanmışsınız demek olmaz mı?
Maki sıklığındaki zihin karmaşasında boğulmayı hiç kimsenin istemeyeceğinden, adımız gibi eminiz. Kimi nazlanmalar, çoğu müstağni hâller, sayısız tavır alışlar, sıradışı alışkanlıklar hep böyle bir kayıtsızlığın emaresidir; belki de ceremesi...
Onca değerli kuvvet kaynağını bir havzada toplayıp, eninde sonunda ona müşahhas bir yapı manzarası kazandırmak -veya saray- övülmeye de, sevilmeye de pek layıktır.
Onlardan istifadeyi mümkün kılacak “komple” yatırım hamlesi, eninde sonunda başka bir puan hanesine kazanç kaydedilecekse, adımı baştan perk basmak zaruretten de öte, bir vecibe gibi görülmelidir.
Yürek ve bilekleri, yokuşların dikliğinden ve kan emiciliğinden bezdirmemek her işin başı, asıl başlangıç dâiremiz, yine öyle olmalı...
Kafalara dank etmiş hakikatları da unutmadan elbet!