Önce, iki dünya savaşından aldıkları insanlık dersiyle, savaşların baş aktörleri olan Almanya-Fransa arasında ekonomik işbirliği şeklinde başladı AB. 1950’lerden sonra başlayan soğuk savaş döneminde ise yükselen Komünizmin Doğu Avrupa’yı istila etmesiyle “Avrupa’yı koruma” fikrine yöneldi. 1980’lerde Komünizmin sahneden çekilmeye başlamasıyla, post komünizm döneminde ortaya çıkan yaralı Doğu Bloku ülkeleri için demokratikleşme başta olmak üzere insan hak ve özgürlüklerinin model ülkeleri olarak öne çıktı. 1990’larda Birliğe katılan ülkelerle daha da genişledi. Bu genişleme Romanya ve Bulgaristan gibi küçük ama sosyal ve ekonomik sorunları bol olan ülkelerin de kabul edilmesiyle ekonomik cazibesi sarsıldı. Ancak rejim ve sistem bakımından hala dünyanın güç merkezi ve yaşanılabilir ülkeler topluluğu olma özelliğini koruyor.
Avrupa ya da Batı şu anda ne bir coğrafyayı ve ne de bir yönü ifade ediyor. Son yüzyılın arşivleri derlense; yazılanlar, söylenenler kategorize edilse, eminim ki en çok yazı, söylem, nutuk Avrupa, Batı, Medeniyet, Muasır Medeniyetler, Batılılaşma vb. kavramlar üzerinde yoğunlaşacaktır. Batılılaşma fikri Osmanlı Devletinin son yüzyılının en popüler taleplerinden biriydi. Cumhuriyet döneminde ise “muasır medeniyetler” fantezisi yüzünden çekilen çileleri bu Anadolu topraklarının insanları çok iyi tanıyor. “Vatan İçin” şiirinde Orhan Veli: “Neler yapmadık şu vatan için! / Kimimiz öldük; /Kimimiz nutuk söyledik.” Demişti. Benzerini Avrupalılaşmak, Batılılaşmak içinde yaptık; kimimiz öldük, kimimiz nutuk attık! Ölenler de, nutuk atanlar da –ne yazık ki- ne Avrupa’yı gerçekten tanıyorlardı; ne de kendi değerlerini…
Avrupa ve Batılılaşma konularında nutuk atanların ya da ölenlerin aksine, Avrupa’yı en gerçekçi tahlile tabi tutan, elindeki Kur’anî ölçüleriyle bu milletin aklına, fikrine ve duygularına tercüman olan tek bir entelektüel vardı: Bediüzzaman Said Nursi.
Bediüzzaman, Sünûhat isimli eserinde yayınladığı “Rüyada Bir Hitabe” de müthiş bir İslam ve Batı medeniyeti karşılaştırması yapar. İslamiyet’in bu insanlığa şerli oyunları ve oyuncakları hediye eden sefih medeniyeti neden reddettiğini, bu medeniyetin bireysel ve toplumsal açıdan tabiata ve insanlığa nasıl baktığını ve bu bakışın nelere mal olduğunu teker teker sayarak ortaya koyar. Bunları söylerken, metne sonradan ilave ettiği cümlelerinde ise adalet ve hakpersetlik prensibinden ayrılmaz: “Bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyiliklerdir. Yoksa, medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki, ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip taklit edip, malımızı harap ettiler. Medeniyetin günahları, iyiliklerine galebe edip, seyyiatı hasenatına racih gelmekle, beşer iki Harb-i Umumi ile iki dehşetli tokat yeyip, o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşaallah, istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle, medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.” (Sünuhat, e-risale, s. 331/625)
Bediüzzaman’ın olayları, kişileri, toplumları, medeniyetleri yorumlarken alt gruplara ayırarak tasnif eder; sonra buna göre yorum yapar. Avrupa’yı da tasnif ettiği 17. Lem’anın 5. Notasında “Birinci Avrupa” ve “İkinci Avrupa” tasnifi yapar. Bediüzzaman, sosyal olaylara, insanlığın eserlerine, medeniyet ve yaşam biçimine tevhid nazarıyla bakar. Asılları Tevhid olmasına rağmen tahrif edilmiş olsalar bile Hıristiyanlık ve Museviliğin hakiki manasına sahip çıkar. Bu dinleri, İkinci Avrupa olarak tesmiye ettiği Batı medeniyetinin sapkınlıklarından, zulümlerinden, beşeri heva ve heves peşinde koşturan oyunlarından, düşünce zalimleri olan feylesofların ortaya çıkardığı baş belası izm’lerden kurtarmaya çalışır. Esasen Said Nursi, ahirzamanda hem İslamiyet’in ve hem de esası tevhid olan dinlerin mensuplarının da müceddididir. Onları dinsizlik ve bozgunculuktan kurtarmaya çalışır; özellikle Hıristiyanlığın din-i hakikisini himayesine alır. Eğer Birinci Avrupa’da yer alan Tevhid anlayışı Avrupa’ya (tabii AB’ye) hakim olursa bundan beşer mutlu olacaktır; dünyaya adalet ve hakkaniyet pırıltıları saçılacaktır ki, bu da zaten İslamiyet’in malıdır.
Bediüzzaman Said Nursi’nin Batıya yaklaşımı Kur’anî akılcılıktır, hikmetlidir; Osmanlının son dönemindeki Ermeni ve Rumlarla ilgili politik görüşleri ne kadar İslam adaleti ve hakka uygun bir rasyonaliteyse, Avrupa ve Batı Medeniyetine bakışı o kadar rasyoneldir. Duyguların yanılttığı hareketlerin ceremesini çeken biz yeni nesiller o hatalardan şimdi ne kadar muzdaribiz! Onun dünyasında ya hep ya hiç yoktur. Dolayısıyla Kur’an’ın Batı medeniyetini reddettiği seyyiatları vardır, muvafık gördüğü hasenatı vardır.
İslam Birliği-Avrupa Birliği
Öte yandan Bediüzzaman, Batı medeniyetini tasnifleyerek yorumlarken, Osmanlı Devletinin dağılması muhtemel durumda İslam birliğinin nasıl sağlanması gerektiğine dair bireysel ve toplumsal temelleri oluşturan fikirler ileri sürmüştür. O, ittihad-ı İslam’dan önemle bahseder ve bunun gerçekleştirilmesini “farz” bir vecibe olarak görür. O günün şartlarında Avrupa Birliği yokken Bediüzzaman İslam Birliğini gerçekleştirmenin farz olduğundan bahseder. Gelen müthiş istibdatlar altında ezilen İslam ülkelerini kurtarmaya çalışır.
Bediüzzaman, hatta 1955 yılında, AET yokken, imzalanan Bağdat Paktı’nı (CENTO) İslam Birliği için atılmış bir adım olarak değerlendirmiş; Rahmetli Menderes’i tebrik etmiştir. Kadere bakın ki, hem Menderes ve hem de Irak Kralı Faysal 1959 yılından itibaren birer yıl arayla darbeye maruz kalıp şehit edilmişlerdir; dünyanın derin devleti gerekeni yapmıştır.
Aslında İslam Birliğinin yolu da Avrupa Birliğiyle kesişiyor. Bediüzzaman Avrupa’yı İslamiyet hakikatleri açısından yorumlamıştır. Bir zaman geleceğini ve hakikat-i İslamiyet’in hükümran olacağını Mehdi-İsa hadislerinden hareketle yorumlamaktadır. Tabi bu hakikatin gerçekleşmesi için İslam âleminin ortak paydada buluşması ve hedefleri arasına Birlik idealini yerleştirmeleri gerekmektedir. Özellikle İslam ülkelerinin kendi içlerinde demokratik hak ve hürriyetler bakımından özgür ülkeler olmaları gerekiyor. Yoksa aklı başka devletlerin cebinde olanlarla nasıl ittihad kurulabilir?
Türkiye AET-AB kapısında yarım asrı aşan bir süredir bekliyor; bu bekleyişe milliyetçi kesim milliyet açısından, “Biz Türk’üz, bizi almazlar!” mentalitesi ile yorum getirirken, İslami siyaset güdenler ise “Biz Müslümanız, bunun için bizi almazlar!” demektedirler; bir zamanların deyimiyle “AB bir Hıristiyan kulübü.” Gerçekten öyle mi?
Gerçekten öyle mi?
İnsafla bakalım: Bir Müslüman ülke olarak, Türkiye’nin İnsan hakları karnesi zayıflarla dolu; rejimi demokratik olmaktan çok uzak. Yakın zamanlara kadar her 10 yılda bir askeri darbelerle rayından çıktığı iddia edilen ülke, tekrar silah zoruyla Kemalistlere teslim edilirdi. Dindar siyasetçilerin zamanla AB’ne karşı genç yaşta edindikleri refleksleri yeniden harekete geçerken, resmi ideolojinin bir parçası olduklarını görmek bir başka gerçek. Öte yandan ekonomik olarak, kişi başına düşen GSMH, AB ortalamasının çok altında. TÜİK sitesini inceleyebilirsiniz. Sonra da kalkıp bizi neden AB’ne almıyorlar diye öfkelenmek, söylenmek gerçekten adil mi? İnsafla baktığınızda, bırakın AB’ne girmek için düzenlemeleri, mutlu yaşamın en iyisine bu ülke insanları layık değil mi? Bir yere girmesen bile vatandaşına lazım olan esaslardır AB’ nin istediği düzenlemeler. Ama bakıyorsunuz bir anda havayı kara bulutlar kaplıyor ve AB’ne en yetkili ağızlardan basıyoruz fırçayı!
Özetle, Türkiye’nin bir an önce Fabrika ayarlarına dönmesi gerekir. Demokratik bir sistemde, insan hak ve hürriyetlerinin kâmilen yaşandığı bir ayar silsilesine kavuşması gerekiyor. Bu aynı zamanda İslam Birliği yolunun da açılması demektir. İslam ülkelerinin örnek alabileceği bir ağabey olma özelliğimiz ne yazık ki oldukça zayıf!
Avrupa Birliği’ne girme konusunda samimiyet, inanç ve ciddiyet gerekiyor. Bizi AB’ne alsınlar veya almasınlar; yürüyen süreçte kriterlerin yasal düzenlemelerle uygulanması bizim için, insanlarımız için şart! Devlet politikası yerine gelsin diye takiyye yapmak lüzumsuzluktur. Yoksa bir başka elli yılın geçmesini gerekir ki, gelecek nesillere hesap vermek imkânsız olur.