Bir gün Ispartalı Mehmet Gülırmak ve Bediüzzaman kırlara gezmeye giderler. Bediüzzaman ruhlarını neşelendirmek, ortama ulvi bir sahne, zamana baki bir an eklemek için Mehmet’ten Peygamberimizi öven bir naat okumasını ister. Mehmet gençtir; bir zaman dünyaya fazlaca bulaşmıştır. Onca naat bilmesine rağmen aklına sadece Turnam türküsü gelmektedir. Kendini tutamaz, bağıra bağıra türküyü söylemeye başlar.
Bediüzzaman şaşırır. “Fesübhanallah. Muhammed, sen ne yapıyorsun? Bu avam kısmının türküsü.”
Fakat Mehmet bir defa kayışı koparmıştır; neticesi ne olursa olsun türküyü tamamlamayacaktır. “Ne olursa olsun Efendim, neyse cezam çekeceğim, bunu illâ çağıracağım” der.
Bediüzzaman daha da şaşırır. “Fesübhanallah” dedikten sonra “Sübhanallah” zikri çekmeye başlar. Fakat Mehmet dur durak bilmiyordur. Bir taraftan Bediüzzaman öfkelenecek diye korkuyor, diğer taraftan türküye devam ediyor, dağı taşı inletiyordur.
Nihayet türkü biter. Mehmet korkuyla Üstadın yüzüne bakar. O anda beklemediği bir şey olur. Bediüzzaman gülümseyerek, “Muhammed bana hakkını helâl et” der.
Şaşırma sırası Mehmet’tedir. “Hay hay. Ne hakkı bu? Yerden göğe helâl olsun” der.
Üstad, ‘Öyle bir ilham geldi ki. ‘Sakın çocuğa dokunma. Biz ona, nat-ı şerif sevabı yazıyoruz. Ne çağırırsa çağırsın…’ dendi. Beni şaşırttın sen.”
Edremit’in Gelini, Mekke’nin Hatice’si
İnsan yaşlandıkça yaslanıyor mu, yoksa tarihi köklerinin daha fazla farkına mı varıyor bilmiyorum ama yıllar ilerledikçe memleketinden, türkülerden ve ezgilerden daha fazla zevk almaya başlıyor. Kırk yaşımdan sonra memleketim Balıkesir’e döndüm. Çocukluğumun ve gençliğimin bir kısmının geçtiği Edremit’i, Kaz Dağlarını, Hasan Boğuldu şelalesini hatıraların hüznü ile dolaşıp duruyorum. Ünlü Romancı Sabahattin Ali bir süre bu topraklarda yaşamış. Hikâye ve romanlarında sık sık Edremit’ten, Havran’dan, Balıkesir’den bilhassa Kaz Dağlarından bahseder. Emine ile Hasan’ın hikâyesini anlattığı Hasan Boğuldu hikâyesi daha sonra film olmuştu. Emine’nin ailesi Hasan’ı istememektedir. Sevdiğine kavuşamayan Hasan kuş sesleri arasında kendini şelaleye bırakarak hayatına son verir. Ardında içli bir türkü bırakarak dünyaya veda eder.
Edremit’in gelini kınalamış elini
Sarmaya doyamadım o incecik belini
Hoştur cilvesi, cilvesi elmaslı fesi
Edremit’in bağına duman çökmüş dağına
Huriler çadır kurmuş cennetin ayağına
Hoştur cilvesi, cilvesi elmaslı fesi
Bu filmi 14 yaşında Edremit’te bir çay bahçesinde seyretmiştim. Henüz Risale-i Nur’u tanımadığımdan olacak, günlerce kendime gelememiştim. Aradan 33 yıl geçmesine rağmen ne zaman Edremit’in Gelini türküsünü dinlesem Emine ve Hasan’ı hatırlar, derinden sarsılırım. Hüznümü gidermek için bir deva, bir reca ararım. İşte o an Hz. Hatice ile Hz. Mustafa’nın Kâbe ve Hira Dağlarındaki sonsuzluğa uzanan tertemiz aşkları yardıma gelir. Bir yanda Edremitli Emine ve Hasan diğer yanda Mekkeli Hz. Hatice ve Hz. Mustafa. İşte o anlarda Kâbe’nin en güzel damadı Hz. Mustafa’yı ve en güzel gelini Hz. Hatice’yi bağrıma basarım. İçimi içli, hüzünlü bir hâl sarar. Mehmet Gürırmak gibi kendimi tutamaz, naat okumak yerine, “Mekke’nin gelini, kınalamış elini…” diye başlayan bir türkü tuttururum.
Edremitli Şöhret Hanım 1850 yılında oğlunu askere gönderir. Oğluna duyduğu hasretle bir türkü yakar. Türkü aradan geçen 170 yıla rağmen hala dillerde dolaşmaya devam etmektedir.
İki keklik bir kayada ötüyor
Ötme de keklik derdim bana yetiyor
Annesine kara da haber gidiyor
Yazması oyalı kundurası boyalı
Yar benim aman aman yar benim
Uzun da geceler yar boynuma sar benim
Hira’dan Isparta’ya
Ne zaman Edremit’in Gelini ve İki Keklik Bir Kayada türkülerini dinlesem tarih içinde bir yolculuğa çıkarım. Isparta Dağlarında Bediüzzaman’a Turnam türküsünü söyleyen Mehmet Gülırmak ve Hira Günlerinde Nur Dağında bir kayanın üzerinde sevdiceği Hz. Mustafa (asm) hasretiyle yanıp tutuşan Hz. Hatice gelir aklıma. Bir yanda Kaz Dağı, diğer yanda Nur Dağı…
Hz. Mustafa dünyaya gelmeden yetmiş gün önce Ebrehe Kâbe’ye saldırmaya kalkınca Allah ebabil kuşlarını yardıma göndermiş, kuşlar da Ebrehe’yi ve fillerini darmadağın etmiştir. Değil mi ki 25 yıl sonra adları Hz. Mustafa ve Hz. Hatice olan bir çift güvercin o Kâbe’de gönül Kâbelerini inşa edecekler, sonsuza kadar birbirlerini sevmeye ahdetmiş sevgililere sinelerini açacaklar, onları tertemiz yüreklerinde barındıracaklardır.
Mekke’nin iki kekliği Hz. Mustafa ve Hz. Hatice yerlerin ve göklerin görüp göreceği, tüm zamanların en ulvi, en temiz sevgisini yaşarlar. Keklikler, güvercinler, turnalar, dağlar, taşlar sevdalarına şahitlik ederler. 620 yılına gelindiğinde kekliklerden birisi, Hz. Hatice cennette kanatlanır. Sevgili (sav) yapayalnız kalır. Tek kanatla nasıl uçulur, tek sesle nasıl menzile varılır.
İşte o günlerde yardımına yetişir yeryüzü erkeklerinin en vefalı insanı Hz. Ebubekir. İnsanlıkta nasibini almamız bahtsızların baskıları artınca Sevgili (sav) ve yol arkadaşı Hz. Ebubekir hicret yollarına düşerler. Azgın bir topluluk onları katletmek için peşlerinden gelmektedir. Allah’ın sadık dostları çölün ortasında sığınılacak bir liman ararlar. Sebir Dağı o liman gibi görünür gözlerine. Bu niyetle yanına vardıklarında dağ titremeye başlar. “Ya Resullah” der. “Benim üzerimden inin, başka yere gidin. Korkarım ki kâfirler benim üzerimde sana zarar verirler de Rabbim seni koruyamadığımdan dolayı bana azap eder.”
Bunun üzerine Nur Dağı, “Bana gel ya Resullah” der. Onlar da giderler. Dağın bağrındaki Sevr Mağarasını kendilerine menzil edinirler. 12 yıl önce Hira Mağarasında haşyetli günler geçiren Sevgili (sav) bu sefer Sevr Mağarasında hüzünlü günler geçirecektir. Ömrünü kendine feda edebileceği Hz. Hatice’si 12 yıl önce kuşlar gibi kanatlanıp Hira Mağarasında O’nu sarıp sarmalamıştır. Şimdi Hatice’si yanında olsa, yine kendisini güvercinler gibi sarıp sarmalasa, koruyup kollasa…
Ama Hatice’si 2 yıl önce cennete uçmuş, cennet kuşlarından bir kuş olmuştur. Cennette ruhlar kuşların kanadında gezeceklerdir. Elbette Hatice’si cennet kuşlarının kanatlarında Hz. Mustafa’sını gâh hüzünle gâh sevinçle izlemektedir.
Bugünse o bir çift güvercin ayrı düşmüştür. Hz. Hatice cennete uçmuş, Hz. Mustafa dünyada yapayalnız kalmıştır. Hz. Mustafa ne zor günlere kalmıştır… Tıpkı eski günlerde olduğu gibi Hz. Hatice’si kanatlanıp gelse, mağaranın eşiğine yuvalarını kuruverse, onun sıcaklığını hissetse, karanfilden arı kokusunu doya doya içine çekse…
50 yıl önce kâinatın kalbi Kâbe’yi korumak için Ebrehe’ye karşı Ebabilleri gönderen Rabbi onsekizbin âlemin Kâbe’si Hz. Mustafa’yı korumak için o gün bir çift güvercini Sevr Mağarasına gönderir. İhtimal ki o bir çift güvercini sonsuz sevgiyle birbirlerine bağlı Hz. Mustafa ve Hz. Hatice aşkına göndermiştir.
Sevr’de örümcek, ağını kurarken güvercinler mağaranın eşiğine yuva yaparlar. Mağarada iki masum insan, eşiğinde iki masum güvercin…
Zamane Ebreheleri mağaranın eşiğine geldiklerinde şaşırıp kalırlar. Örümcek ağı ve bir çift güvercin adeta Sevgiliye (sav) ve yol arkadaşına siper olur; zamane Ebrehelerinin gözlerine perde çekerler. O gün bir çift güvercin zamane Ebrehelerinin gözlerini bağlarlar. Bahtsızlar çaresizce geri döner. Böylece Hz. Mustafa ve mağara arkadaşı selamete erer.
O gün bir daha anlaşılır ki, sen Kâbe olursan Ebabiller Ebrehelerden seni korur.
O gün bir daha anlaşır ki, sen Hz. Mustafa ve Hz. Hatice olursan güvercinler seni korur.
O gün bir daha anlaşılır ki, nice güçsüzler kendilerini tanrı gibi güçlü zannedenleri yener.
İş, Hz. Hatice ve Hz. Mustafa gibi bir çift güvercin olabilmekte; birbirini sevgi, şefkat, merhamet ve sadakatle sevebilmektedir.
Değil mi ki birbirine Hz. Hatice ve Hz. Mustafa’yı örnek alanlara dünyada da, ahirette de yenilgi ve hüzün yoktur.