“Hayr-ı kesir için, şerr-i kalil kabul edilir.”
Bazı dost ve arkadaşlarca her şart, her mekân, her zaman, her kişilik, her mes’ul olunan şahıs, her taviz, her “ hizmet”, her hareket, her hâl, her devir, her zemin için “kullanılan” cümleyi, her türlü yemeği yapılan “patlıcan”a benzetmede – acaba- bir beis var mıdır?
Latife bir yana, hakikaten yeni meselelerin doğmasına – ya da yeni yaraların, yeni sur gediklerinin açılmasına- sebep olan, mevcut insan sayısınca “değişik” tevillere girmesine yol açan, daha başka talihsiz bir mefhuma az rastladım ben.
Halbuki fıkhî müearife bilinir. “ Bir islamî hüküm gayr-ı muayyyen – belirli olmayan, sınırları çizilmeyen- bir temele oturtulamaz.” mânasındadır bu. Yani her türlü amel-i salih ( fariza mânasında) olan izah Yusuf Kerimoğlu’nun “ Emanet ve Ehliyet”inden...
Hayatımızın her safhasını tanzim ve ıslah eden İslami emirlerin, yasakların,fariza ve sünnetlerin değişik “form”lara girmesini iddia eden ve suret-i hak maskesini takınmış endişelerin gösterdikleri bahanelerin başında, Avrupa’da 16. yüzyılda yapılımış Reform hareketidir. Madem ki o yıllarda yapılan reformlar anında afaroz edilerek, Hristiyanlığın dışına atıldığı halde, sonradan bu afaroz kaldırıldı, onlar da Hristiyan sayıldılar, bizde neden öyle olmasındı? O reformu yapanlar sonradan Hz. İsa (asm)’a iman eden kişiler sayıldığına göre Vatikan’ca, bizden de öyle bir “ iş çeviren”ler, sonradan ümmet-i Muhammed’den (asm) sayılamazlar mı? Bu suale Bediüzzaman Said Nursi (RA)’nin cevabı yüksek sesle bir “ Hayır”dır. Sebebi mi?
“Çünki Din-i İsevî'de yalnız esasat-ı diniye Hazret-i İsa Aleyhisselâm'dan alındı. Hayat-ı içtimaiyeye ve füruat-ı şer'iyeye dair ekser ahkâmlar, Havariyyun ve sair rüesa-yı ruhaniye tarafından teşkil edildi.”
Yani “hristiyanlıkta değil” hakiki İsevi dininde - Kur’an’da bu dinin adı İslam olarak geçiyor, o da defalarca- dinin esasları – yani iman esasları- vahy-i İlahi idi; semaya alınmadan önce devamlı Yahudilerin ve Romalıların takibi altında olan ve genç yaşında da, Ahirzaman Resulü Hatemü’l- Enbiya’ya (asm) ümmet olunma duası kabul edildiğinden, ahirzamanda geri gönderilip, “kemal-i hahiş” içinde yapılan duası aynen kabul edilecek olan Ulülazm Resul (as)’e inzal buyurulan saf vahiy idi. “Şer’i” olan ameller ve kaideler ise, Hz. İsa (as)ın sohbetlerine dayanılarak “havariyyun”dan alındı.
“Kısm-ı a'zamı, kütüb-ü sâbıka-i mukaddeseden alındı.”
Demek ki o şer’i emirlerin bir kısmı da daha önce gelen Tevrat, Zebur’daki hükümlerin aynısıydı, yeni bir vahye lüzum duyulmadı bu yüzden.
“Hazret-i İsa Aleyhisselâm, dünyaca hâkim ve sultan olmadığından ve kavanin-i umumiye-i içtimaiyeye merci' olmadığından; esasat-ı diniyesi, hariçten bir libas giydirilmiş gibi, şeriat-ı Hristiyaniye namına örfî kanunlar, medenî düsturlar alınmış, başka bir suret verilmiş.”
“Kavanin-i umumiye-i içtimaiyeye merci' olma” ifadesine dikkatinizi çekmek isteriz. Demek ne türlü sosyal ve siyasi “kavanin” , vahy-i İlahi’ye istinad etmek zorunda. Amel edilir ya da edilmez, onu mesuliyet sahipleri düşünür elbet, ama biz iman etmek için bu esasa inamak mecburiyetindeyiz.( Üstad Hamallara Hitap’ta ta “ ....amma hikmet-i hükumete karışmayız” derken buna işaret ediyor.)
Devam eder Müceddid-i Zaman:
“Bu suret tebdil edilse, o libas değiştirilse, yine Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın esas dini bâki kalabilir. Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ı inkâr ve tekzib çıkmaz. Halbuki din ve şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm iki cihanın sultanı, şark ve garb ve Endülüs ve Hind, birer taht-ı saltanatı olduğundan; Din-i İslâm'ın esasatını bizzât kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en cüz'î âdâbını dahi bizzât o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor. Demek füruat-ı İslâmiye, değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki; onlar tebdil edilse, esas-ı din bâki kalabilsin. Belki esas-ı dine bir ceseddir, lâakal bir cilddir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş; kabil-i tefrik değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya sahib-i şeriatı inkâr ve tekzib etmek çıkar.” ( Mektubat, 435)
Bu ibarenin bulunduğu 29. Mektup nevinden Lemaat’da, Sünuhat’da, Şuaat-ı Marifet-i Nebi’de, külliyat bütünlüğü içinde beyan edilen diğer Risale’lerdeki bu nevi beyanları okuyup, anladığını, hata onları temsil ettiğini ilan eden insanlar, nasıl olur da, tebliğin isal ettirildiği bir kısım Hristiyan’ların ( Kıssis, misyoner, papaz, papa, hahamların) “La İlahe İlallah” demekle kurtulabileceklerini savunurlar; hayret...