İkinci İhlas Testi-Koku kaybı...

Senai DEMİRCİ

Üçüncü düsturu unutmuş değilim: “Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz.” Demek ki başka yerde kuvvet aramayacağız. Yoksa, arıyor muyuz? İhlaslı olmak dışında bir yoldan daha hızlı erişilir mi hedefe? Yoksa, “ah şu ihlas düsturları, siz olmasaydınız, ben şimdi nerelere gelmiştim” diye nakarat okuyan bir iç sesimiz mi var? “Cemaat beni yavaşlatıyor” mu diyoruz?

Gelin şu cümleyi bir kez  daha okuyalım:

“Hattâ, en lâtif ve güzel bir hakikat-i imaniyeyi muhtaç bir mü'mine bildirmek ki, en mâsumâne, zararsız bir menfaattir; mümkünse, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin. Eğer "Ben sevap kazanayım, bu güzel meseleyi ben söyleyeyim" arzunuz varsa, çendan onda bir günah ve zarar yoktur; fakat mâbeyninizdeki sırr-ı ihlâsa zarar gelebilir.”

Demek ki günahın olmadığı yerde bile “günah” edebiliyoruz. Demek ki, şerren “zarar”sız olan bir tercihin bile “zarar” verebileceği bir ilişki içindeyiz. “Bu güzel meseleyi, ben söyleyeyim!” arzumuz bile “ben”i ortaya koyuyor aramıza.

Bir kez daha anlıyorum ki, Üstad, bilerek/bilmeyerek unuttuğumuz o manevî seyri sülûkumuzun yatağını kardeşler arasındaki ilişkilerin yatağına kurmuş...

“Fena fi’l ihvan” olmak, nefsin hodgâmlığını kırıyor, istemeyen bir arkadaşın yapmasını beklemek öne geçme, önde olma, bir adım ilerde kalma iddiasını törpülüyor. Mûsumane ve zararsız bir menfaatin bile aramıza girmemesi gereken bir seyre bizi davet ediyor. Bana öyle geliyor ki, Nur tâlebesinin nefsi körleyen, şehvetleri törpüleyen, benliği/bencilliği terbiye eden seyri sülûku tam buradan geçiyor.

Üstad, biz “sufi değiliz” diyor demesine de… Sufilerin nefsi terbiye için yürüdüğü yoldan da vazgeçiyor değil. Öyleyse bizim de bir yolumuz var: “Ehl-i tasavvufun mâbeyninde fenâ fi'ş-şeyh, fenâ fi'r-resul ıstılahatı var.,. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte fenâ fi'l-ihvân suretinde güzel bir düsturdur… Yani, kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.”

Hissiyat-ı nefsaniyemizi unutuyor muyuz sahiden? Hissiyat-ı nefsiyenin her defasında, “ben!” “ben!” dediği/dedirttiği yerde susuyor muyuz, susturabiliyor muyuz? Aziz Mahmud Hüdayi gibi ciğer satmayacağız sokakta… Sattırmıyor da Üstadımız. Peki ya, Mahmud Hüdayi’yi “aziz” eyleyen o sır hissiyat-ı nefsaniyyesini “ciğerciiiiiiiiiiiiiiiii!” diye sokak sokak bağırışı sırasında, herkesten hakir görmeye başlaması değil midir? Nerede benim ciğerim? Hani hizmette en ilerde dururken, ücrette en geride kalacak o duruşum? Nasıl olacak da nefsimi hizmette değil de, ücret alma zamanında unutacağım?

Dirensek dirensek, en fazla 15 gün direnebileceğimiz hissiyât-ı nefsaniye rüzgârı, bize “rüzgârı”mızı kaybettiriyor değil mi? İhlas Risalesi’nin başındaki ayete dikkat…
“Niza etmeyiniz, sonra cesaretiniz kırılır, sonra ‘havanız’ı/’rüzgârınız’ı kaybedersiniz." Enfâl Sûresi, 8:46.

Meallerin çoğunda, “velâ tenâzeû…” diye başlayan ayetin asıl kelimesi “niz┠kökünden geldiği halde, “ihtilafa düşmeyiniz” ifadesi tercih ediliyor ki, bence “niza etmeyiniz” diye meal vermek daha isabetli olacaktır. Zira “ihtilaf”ta rahmet vardır, ama nizada, çekişmede yoktur. Kardeşler arasında ihtilaf olabilir, belki olmalı da... Çeşitlilik açısından gereklidir bu. Ama “muhtelif” oluşumuzu “ben-sen” çekişmesine, nizalarına götürdüğümüzde, bakın ne oluyor?

“Rüzgârımızı kaybediyoruz.” Ayette geçen “rih” kelimesi, “hava” ya da “rüzgâr” diye meallendirilebilir. Ancak, Mustafa İslamoğlu’nun mealinin dipnotlarında, “koku” anlamına dikkat çekiliyor. “İmanın kokusu…” İyice hatırlamaya çalışalım, niza ettiğimiz zamanlarda, çekiştiğimiz günlerde, iman davasında olan bizlerin o kokuyu kaybettiğini, gönlümüze püfür püfür esen o rüzgârı kaybetmedik mi? Birden her şey sakilleşmedi mi, ağırlaşmadı mı? Dilimiz dönmez olmadı mı imanî bahislere? Gönlümüze Haşir Risalesi’nden bir şey akmaz olmadı mı? Ayetül Kübra susuvermedi mi? Topyekün Risale-i Nur gözümüzden uzaklaşmadı mı?

Benim gibi bu hali hisseden kardeşlerimize birlikte itiraf etmeye davet ediyorum.

Gelin, bahsi bir de çok bildiğimiz bir hadisin eksenine girerek açalım: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız.”

Acaba, birbirimizi sevmek imanın şartıymış diyebilir miyim? Kardeşlerinde fani olmak, tefani düsturuyla ilerlemek, imanın hürmetini başka her türlü üstünlükten üstün tutmak değil mi? Anlaşılan o ki, İhlas Risalesi de “imanî” bir bahis. İman gündemimizin en başında yer alıyor. Meğer ki, Üstad, bizi, günah bile olmayan masumane işlerde bile, kendimizi kardeşimize tercih etmekten alıkoyarak, imanın nefsimize en ağır gelen şartını yerine getirmeye davet ediyormuş…

senai@senademirci.net

 

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.