İkinci Şuayı anlamak-6

Afife ARTIK

İkinci Şua’yı anlamaya giden yoldaki duraklardan biri de ADL İsm-i Azam’ı. Daha evvel Kuddüs İsmi Azamı üzerinde durmuştuk. Bizim bu isme mazhariyetimiz günahlardan ve batıl itikatlardan, kötü hasletlerden ve bid’alardan temizlenmek ile oluyordu. Bir de kesret nazarından ve vahdete ait manaları anlamamıza mani ölçülerden temizlenmek. Bunlardan temizlenmek ile kainatta tecelli eden tanzim ve tanzif fillerinin mazharı oluyoruz. Afakta, yani kainatta, bir hakikati müşahede edebilmek, enfüste o hakikata mazhar olabilmekle mümkün oluyor. Ene bahsinde izah edildiği gibi, kendini kendine malik zanneden insan her şeyi de kendine ait zanneder; kendini Allah’a mal eden ise her şeyin Allah’ın olduğunu derk eder. Demek kainatta Kuddüs isminin tecellilerini müşahede etmek; enfüste Kuddüs ismine mazhar olmak manasına gelebilir.

Adl isminin tecellisi ise MİZAN ve TEVZİN fiilleri ile kendini gösteriyor. Bu fiilerin kainattaki eseri ise intizam ve mevzuniyet olarak müşahede ediliyor. Burada da çok yerlerde olduğu gibi bir hakikat çok ayinelerde nazarımıza veriliyor. Mizan ve tevzin fiillerini güneş gibi düşünsek bu güneşi içinde gösteren şu ayineler nazara veriliyor:

  1. İnsan ve kainat.
  2. Balıklar ve yumurtaları
  3. Haşhaş ve tohumları
  4. Unsurlar
  5. Denizler
  6. Hava
  7. Hücreler
  8. Küreyvat-ı hamra ve beyza
  9. Yer altındaki çeşmeler
  10. Hayvan ve nebatın doğum ve ölümleri ve iaşeleri
  11. Güz ve bahar
  12. Unsurlar ve yıldızların hizmet ve hareketleri
  13. Ölüm ve hayatın değişmesi
  14. Ziya ve zulmetin değişmesi
  15. Hararet ve bürudetin değişmesi ve çarpışması
  16. Güneş ve on iki seyyare
  17. Küre-i arzın hareketi
  18. Hayvanatın azaları, cihazat ve duyguları
  19. Haşrin Mahkeme-i Kübrasında cin ve insin amellerinin muvazenesi

Evet, bütün bunlardaki intizam, mevzuniyet ve tenasüb nazara veriliyor. Kainatın her mevcudunda eseri ile kendini gösteren bir hakikatin esassız olması hiç mümkün müdür?

Kısaca bu mevcudatın bazılarında mizan ve tevzin fiillerinin nasıl hükmettiklerine bakalım. Mesela; bir balığın bin yumurtacıkları ve haşhaşın bin tohumu ve sel gibi unsurlar istila etme meylinde iken mizan fiili onlara bir ölçü koyuyor, onları had altına alıyor. Hayvanların doğum ve ölümünde de harika bir ölçü görünüyor; öyle ki bütün küre-i arz hayvanların cenazeleri ile dolmuyor ve denizlerde de zaman içinde devam eden bir intizam görünüyor. Hava, zehirli gazlarla dolup kimseyi zehirlemiyor. Küre-i arz da sakinlerini hiç sarsmadan, denizlerini dökmeden kemal-i intizam ve mevzuniyet içinde hareketine devam ediyor. Tıpkı kandaki kürelerin bir intizam içinde ve bir vazifeye mütevakkıf olarak hareketleri gibi .

Her şeyde bir ölçü ve dengenin varlığıyladır ki fenler ortaya çıkıyor. Eğer bir düzgünlük, işleyen bir kanun ve her şeyde bir ölçü olmasa fenler teşekkül edemezdi. Bir tek göz üzerine ciltler dolusu kitabın yazılabilmesi bize gösteriyor ki; gözde hüküm süren pek çok kanunlar vardır. Bir düzen, bir intizam vardır. Hatta hastalıkların bile kanunu, ölçüsü, intizamı var ki ona göre tedavi ve ilaçlar düzenleniyor. Tıp ilmi teşekkül ediyor.

Kainatta hükmeden bu mizan ve tevzini görebilmeyi kolaylaştıracak olan şey; kendi içimdeki intizam ve muvazeneyi fark etmektir. Bana verilen her bir şey de bir ölçü ile ve bir tenasüb ile verilmiş. Azalarımızdan tutun da hissiyatımıza kadar her şey belli bir ölçü ile mikdar ile yani kader ile verilmiş. Bazı kuvvelerime ise had konulmamış ve onların ölçü içinde kalması şeriattan gelen emirlere uymakla mümkün oluyor. Mesela gazap ve şehvet ve akıl kuvvelerime bir had konulmamış; eğer şeriata imtisal ile bunlar had altına alınıp bir ölçü içinde tutulmazsa hem şahsi hayatım hem de içtimai hayat hercü merce uğrar. Kainatın her mevcudunda görünen denge ve ölçü, bu kuvvelerin şeriatın emirleri ile had altına alınması ile bende hükmünü gösteriyor ki bunun adı da SIRAT-I MÜSTAKİM. Yani benim kainattaki denge ve ölçüye ayak uydurmam sırat-ı müstakimde olmam ile oluyor. Böylece kendi isteğimle, cüz-i ihtiyarımı o yönde sarf ile kainata bir takvim oluyorum. Küfrü tercih edenler ve o hal üzere ölenler ise ebedi Cehennem hayatı ile ölçü ve dengeye mazhar oluyor. Evet Allah’ı inkar etmek mümkün ama O’nun mülkünden çıkmak ve O’nun cezasından (müsbet ve menfi) kaçmak mümkün değil. Zira gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar. Ölçülü olmaya güzel bir misal de Müminlerin özelliklerinden biri olan öfkesini yutmaktır. Şeriat bunu emretmiş ve uyulması gereken ölçü olarak önüme koymuş iken öfkemi ve gazabımı serbest bırakırsam büyük bir tahribin önü açılmış olur. Veya şehvet hislerine şeriata imtisal ile bir huhud konulmazsa ya namusları payi mal eder ya da hayatına lazım olanlara ilgi duymaz. Üçüncü kuvvemiz olan kuvve-i akliyye ise hikmet tabir edilen vasatını yani ölçüsünü bulmaz ise ya hakla batılı birbirine karıştırır ya da bilmesi gerekenlerden bîhaber kalır. Allah’ın emirlerini uygulamak kainattaki intizama, mevzuniyete ayak uydurmak anlamına geliyor. Cenab-ı Hakk kainata tekvini emirleri ile nasıl ki bir intizam vaz etmiş; insana da teklifi emirleri ile bu intizama uygun hareketin nasıl olacağını bildirmiş. Kainatın mevcudatı ister istemez (ki ayette mahlukat isteyerek geldik ve boyun eğdik dedikleri var) bu kevnî emirlere uyuyorlar; insan ise, kendi cüz-i ihtiyarı ile teklifi emirleri kabul veya ret ediyor. Eğer bu emirlere imtisal ederse kainatın kapıları ona açılıyor ve bir tek insan bütün kainat hükmüne geçiyor, kainatta görünen ne ise bir tek insanda da o görünüyor. Ve şuur-u imanî vasıtasıyla kainattan daha kaliteli bir ayinedarlık ediyor. Kainatın ubudiyyetini de kendi ruh ayinesinde Rabbine taktim ediyor. Ettahiyyatü lillah diyor. Buradan Adl isminin başındaki temsile bir atıfta bulunalım. Şöyle ki; kainat bir saray iken o sarayın içinde bir âlem var deniliyor. Malumdur ki âlem saraydan büyük olsa gerek nasıl saraya sığmış? Evet insan kainatın içinde. Yani, kainat zarf ise insan mazruf. Kainatın içinde bir küçük mahluk gibi bulunuyor. Halbuki ayinedarlık noktasında bakılsa insan kainattan önce geliyor. Kainatın çekirdeği Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam yani bütün kainat Nur-u Muhammedî Aleyhisselatü Vesselam’dan yapılmış. Halbuki Efendimiz Kab-ı Kavseyn makamına ulaşmış ve orada kainatın esamesi okunmuyor, zira Sidret-ül Münteha’da kevn alemi bitiyor yani artık mahluk namına bir şey yok oradan sonra. Bunları miraç bahsine tevdi ederek geri dönelim. İnsanın kainatın çekirdeği ve halife-i arz olması ciheti ile insan kainatı içine alır yani insan zarf, kainat ise mazruftur.

Peki insan hususen hangi emirlere uymak ile Adl İsminden gelen tecellilere ayine oluyor? Bu emirler; İKTİSAT, NEZAFET ve ADALET. Bunlara uymayanların ise mevcudatın manevi nefret ve hiddetlerine mazhar olması söz konusu. Yani bunlara riayet etmemek bütün mevcudata muhalefet etmek manasına geliyor. Bu, İkinci Söz’deki gibi bütün mahlukatı kendine düşman görmeyi netice veriyor. Bu nazar ise, kainat orkestrasında kulağı tırmalayan bir ses olarak yer almakla neticeleniyor. Hani bir fıkrada var ya adam araba ile ters yöne giriyor ve kendi haricindeki herkesin ters yönde gittiğini sanıyor işte kendisi bu muvazene ve intizama uygun hareket etmiyen kişi de kainatta her şeyin uyum içinde hareket ettiğini görmüyor. Eğer bir derece aklını kullansa mahlukattaki intizamı görebiliyor ama enfüsünde Adl ismine mazhariyet olmadıkça hadiseler pek karışık görünüyor nazarında.  Adeta her şey başıboş ve yanlış gidiyor gibi ona görünüyor. Neden böyle oluyor diye hayıflanmakla ömrü geçiyor, ne kendi ile ne de kainat ile ünsiyet kurup tanış olamıyor. Her şey onun aleyhine ittifak etmiş bir halde kendini görüyor. Yani Tevhid Nuru ve Sırr-ı Ehadiyetten bîhaber yaşıyor.

Esasen tüm mahlukat gibi hadiselerde de bir muvazene ve intizam var. Birbirine uygun ve ölçülü olarak ademden vücuda çıkartılıyorlar. O yüzden Nur Talebeleri hiçbir hadiseye ‘Bu ne biçim iş’ demiyorlar ‘BU İŞİN ARKASINDAKİ HİKMET VE RAHMET VE İNAYET CİHETİ NEDİR? ’diye bakıyorlar. Üstadın, her şey aleyhine işlerken ‘Rahmetin iltifatı devamdadır’ yorumunu yapması zahire değil de hakikate nazar ettiğini gösteriyor. (üstadım hapiste bunu söylüyor, ben binler nimet ve rahat içinde iken ne söylüyorum? Bu, üzerinde düşünmeye değer bir nokta) Evet, sürgün, hapis, yirmi bir kere zehirlenme ve korkunç bir zulüm altında olup da Rametin iltifatını ruhunda hisseden bir Üstadımız var Allah’a şükür. Biz de gayret edelim Nurlara hakiki talebe olalım inşallah. Umulur ki hem dünyada hem de ahirette bizim için bir göz aydınlığı olur.

Muhakkak üzerinde tefekkür edilmesi gereken daha çok noktalar var ama fazla uzun olacak. Fakat şunu demeden geçemeyeceğim; İslam nişanı olan Besmele’yi her işimizin başında zikretmek de hayatımızda çok önemli bir ölçü teşkil ediyor. Bunu demekle de Adl isminin tecellilerine açılıyorum. Bismillah demekle acaba bunu da demiş olmuyor muyum: “ya Rabbi! Bu başlamak üzere niyet ettiğim işi senin v’az ettiğin ölçülere uygun olarak yapmayı bana nasib eyle.” Zira Allah lafza-i Celali bütün esmayı tazammun etiğinden Adl ismini de tazammun ediyor. Elbette buna binbir isimden bakılabilir mesela Bismillah demek “ya Rabbi! Senin lafza-i celalinin tazammun ettiği Küddüs ismi hürmetine bu başlamak üzere olduğum iş vesilesi ile günahlarımı affeyle” manasına da gelebilir. İkinci Şua’ya ulaşana kadar üzerinde tefekkür edeceğimiz her bir isim için yeri geldikçe Bismilah ile bağını kuralım inşallah; umulur ki her isim alemimizde söylenen bir Besmele olup kapılarımızı o isimlerin ayinedarlığına açar.

Çoğu meselelerde olduğu gibi bu mesele de haşirle bağlanıyor. Zira bu anlatılan hakikatlerin perdesiz görünmesi haşirde oluyor. Onuncu Söz’den öğreniyoruz ki haşr-i azam, İsm-i Azam’ın tecllisi ile olduğundan Cenab-ı Hakkın İsm-i Azamının ve her ismin âzami mertebesindeki tecellisi ile zahir olan ef’ali azimeyi göstermekle ancak haşr-i azama tahkiki iman hasıl olabiliyor. Demek anlatılan ve kainat sayfalarında gösterilen hakikati perdesiz görmek haşr-i azamda olacak inşallah. Elbette görecek cihazatım burada ne kadar açılmış ise o kadar göreceğim. (acaba bu konuda yanılıyor muyum? Ama o cihazatın çalıştığını ille fark edemeyebilir belki insan. Mesela İhlas düsturlarına ve uhuvvet düsturlarına uygun hareket ediyor olmak o cihazatın kendisidir belki de. Lahikaların koyduğu ölçüler ile yol almak aynı o gözdür belki. Yani ille gözüme benzer bir cihazın vücudumda çalıştığını hissetmek şeklinde olmayacak belki. Allahu a’lem. -Bu cihazları çalışan ve hisseden kardeşler yorumlarını paylaşsalar ne güzel olur-). Her göz aynı derecede güzel görmüyor, sağlam ve bu hakikatleri net müşahede edebilecek keskin nazarlı bir göz ile haşredilmek duası ile…

Bu şekilde haşredilmek demek; bir şahs-ı manevi ile haşredilmek demek olabilir. İnsan-ı kamil ismine layık bir şahs-ı manevinin azası olursam bizzat benim şahsımda o cihazlarım çalışmasa da çalışan kardeşlerimle haşredilirsem ve o kardeşlerin her birinin belki ayrı ayrı cihazları çalışmakla bin bir isme ayine olabilecek bir mahiyetle haşredilebiliriz belki. Böyle bir şekilde diriltilmeyi ümit edersek kardeşlerimizle bir arada olma iştiyakımız artar belki de. O zaman anlarız belki kardeşi yüzünden hapse atılıp da ona gücenmemenin, kalben ufak bir kırgınlık bile hissetmemenin ne demek olduğunu…

Bir türlü bırakasım gelmiyor ama bir ölçü, bir huhud gerekiyor. Oku oku nereye kadar? zaten yazının uzunluğunu görünce kaç kişi okumaya başlar bilemiyorum doğrusu. Mizan ve muvazeneden bahseden bir yazının bu denli uzun olması da pek garip oldu. Dua edin Rabbim hidayet etsin inşallah; ölçüden taşmayalım.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.