1)İktisadın Tanımı ve Mahiyeti
İktisat tanım olarak israfın zıddı demektir. Yani insanın her hususta haddi aşmayıp, ihtiyacı kadarını istimal etmektir. Tanım olarak insanın aklına ilk duyunca ekonomi, tasarruf gibi kelimelerde geliyor. Fakat bunlar tam olarak iktisadı karşılamıyor. İktisat bunların hepsini kapsar diyebiliriz.
Buna ek olarak israf ise; herhangi bir konuda aşırı gitmek, doğru ve gerçek olandan sapma, meşrû sınırların ötesine geçme; imkânları ve sahip olunan değerleri, gerekli görülen yerler dışında veya gereğinden fazla harcama anlamına gelmektedir.
Kavramları biraz açıkladıktan sonra mahiyetine geçelim. Öncelikle İktisat Risalesinin başında da geçen كُلُوا وَاشْرَبُوا وَلاَ تُسْرِفُوا Bu ayette Allah iktisadı emredip, israftan nehyediyor. Bediüzzaman Hazretleri bu ayetten yola çıkarak yedi nükte ile 19.Lema’da İktisadı açıklıyor.
İktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir. Yani iktisat ve kanaat Allah’ın hikmetine uygun hareket etmektir. Hikmet sözünün köküne bakınca zaten ifrat ve tefrit arasındaki kuvve-i akliyenin vasat noktası olduğunu görmekteyiz. Bir de Allah’ın hikmetine bakarsak; Yani her yaratılan şeyin belli bir ölçüde belli bir düzende yaratılması. Yaratılan her şeyin kararında yaratılması, israfa kaçılmaması... İşte insan da İktisat düsturu ile hareket ederse bu hikmet-i ilahiyeye uygun hareket etmiş olur.
İktisat Allah'ın verdiği nimetlere karşı bir saygı ve hürmet manasını taşır. Üstelik bu şükür, hem maddî, hem manevî açıdan çok büyük kazançlara vesile olur.
Biraz mahiyetini anlamak için tersi olan israf kavramınada bakmak gerekirse.İktisat nasılki şükrü kanaati gerektiriyor zıddı olan israf ise kanaatsizlik ve şükürsüzlüğe sebebiyet verir.Ve hırsı intac ediyor. Ve hırsında zararını Üstad yedinci nüktede üç şekilde izah ediyor.
“Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisat ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır.”
2)İktisadın Faydaları
“Evet, iktisat hem bir şükr-ü mânevî, hem nimetlerdeki rahmet-i İlâhiyeye karşı bir hürmet, hem kat'î bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat, hem mânevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhalif olduğundan, vahîm neticeleri vardır.”
Evet, iktisat hem bir şükr-ü mânevî, hem nimetlerdeki rahmet-i İlâhiyeye karşı bir hürmet: İktisadın manevi şükür olması şükre kapı açmasından kaynaklıdır. İsraf eden kimse o nimetlerin adeta içinde yüzdüğü için nimetlerin farkına varamaz. Nimetlerin farkına varamayan kimsede nimete hürmet edemez hürmet edemeyince de şükredemez. İnsan, kâinatın kendisi için yaratılıp kâinattaki bütün varlıkların, Halık tarafından insanın emrine tahsis edildiği şuuru ve idraki içinde kendisine sunulan nimeti Rahmet-i İlâhiye olarak değerlendirmelidir. Çünkü kulunun rızkını Cenab-ı Hak tekeffül etmiştir ve kiminin rızkını bol, kimininkini dar eylemiştir. Bunun şuurunda olan bir insan, nail olduğu nimeti bir rahmet-i İlâhiye olarak değerlendirmelidir.
Hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat: Allah'ın ihsanı ve lütfu olarak elimize geçen nimetlerden iktisatlı bir şekilde istifade edebildiğimiz ölçüde beden sağlığımıza da önemli yatırım yapmış oluruz. İktisat eden insan her şeyden kararınca yer ve sünnet gereğince acıkmadan sofraya oturmaz ve doymadan sofradan kalkar. Ve bu şekilde beden sağlığını da korumuş olur. Aksi halde günümüzde gördüğümüz üzere (kalıtsal olanlar hariç) insanların şekerde, yağda, tuzda vb. ileri gitmesi, israf etmesi şeker, kolestrol, tansiyon gibi hastalıklara meydan vermiştir. Ve Üstad burada meşhur İbn-i Sina’nın sözüne de yer veriyor “Yani, ilm-i tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye, nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir.”
Hem mânevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet: İktisatlı olan, küçük çaplı da olsa başkalarına muhtaç olmamayı, başkalarından bir şeyler istemek zorunda kalmayı engeller. Bu açıdan iktisat izzet sahibi insanların vazgeçilmez şiarı olmuştur. İktisat etmeyen kimse elindekini çabucak tüketir. Bir öğrenci için düşünürsek iki haftaya yetecek harçlığını bir iki gün içinde pahalı lokantalarda harcar bitirir. Sonraki on iki gün aç, sefil bir şekilde dilencilik yapar, izzetinden de olur. Hatta biraz daha ileri seviyesi kumara başvurur. İktisat insanı insanların dilenciliğinden kurtaran bir izzet ipidir; israf ise insanları insanlara muhtaç eden bir pranga ve kelepçedir.
Hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebeptir: İktisatlı bir kişi, elindeki nimetlerden istifade ederken daha fazla lezzet alır. Hatta zahiren lezzetsiz gibi görülen, lezzet alınamayan nimetlerdeki gerçek lezzetin farkına varılmasına imkân hazırlar. Müsrif bir yerden sonra doyumsuzlaşmaya başlar. Elindeki lezzetlerden kıymet alamamaya başlar. İktisatlı insan ise her şeyden kararınca yediği için o taamın lezzetini tam alır. Hatta müsriflerin lezzetsiz olarak gördüğü kuru ekmekten de mucibince lezzet alır.
İktisat maişet sıkıntısına çaredir: Bir hadis-i şerifte “İktisat eden, maişetçe aile belâsını çekmez” buyrulur. Hakikaten iktisat prensibini hayata geçiren kişi maişet ve geçim sıkıntısı çekmez.
İktisatlı davranma kesin bir bereket sebebidir. Rahat ve kolay geçim şartları için önemli bir kaynaktır. Bunlara dair sayılamayacak kadar çok örnek vardır.
İktisat etmeyen zillete ve sefalete her an düşebilir. Özellikle bu dönemde insanlar ellerine geçirdikleri ve elde ettikleri parayı çok çabuk harcayabilmektedir. İsrafa ve yersiz harcamalara alışan bir kişi için para çok pahalıdır. Yani, üç kuruşluk para elde edebilmek için pek çok insan büyük bedeller ödemekte veya ödemeyi göze alabilmektedir. Bazen küçük bir meblağ için bir kısım insanlar haysiyet ve namuslarını rüşvet olarak verebilmektedir. Bazen para karşılığında dinin mukaddes değerleri satılabilmektedir. Belki 100 liralık manevî zarar pahasına yüz paralık bir değersiz bir şey peşinde koşulmaktadır.
3)Peygamberimiz (a.s.m), Ashab ve Üstadımız Döneminden İktisat Örnekleri
İslami esaslar ve diğer tüm alanlarda en büyük örneğimiz şüphesiz Resul-i Ekrem’dir (Aleyhissalatuvesselam). Zaten onun sünneti iktisadın sınırlarını belirleyen temel etmenlerdendir.
Allâh Resûlü zaman zaman yokluk sebebiyle uzun süre açlık çekmiş, varlık zamanlarında da irâdî olarak azla yetinerek, elindekileri daima ihtiyaç sâhiplerine vermiştir. Allah Resûlü’nün evindeki temel gıdâ maddelerinin başında hurma, süt ve arpa ekmeği gelmektedir. Ancak hurma ve süt dâimâ bulunmazdı. Nitekim Peygamber Efendimiz’in hâne-i saâdetlerinde bir veya iki ay gibi uzun bir süre ateş yanmadığı olmuş, bu esnâda aile efrâdı umumiyetle hurma ve su ile idare etmişlerdir.
Gerçi Efendimiz zamanında Hicaz bölgesinde hem arpa hem de buğday, elde edilmesi ve bulunması zor olan yiyecek maddelerindendi. Bununla birlikte her ikisine de sâhip olma imkânı en fazla olan, yine Peygamberimiz idi. Fakat Resûl-i Ekrem, hiçbir zaman içinde yaşadığı toplumun sâhip olmadığı imkânları elde etme ve onlardan farklı yaşama gibi bir temâyül içinde olmamıştır. İnsanlar açlık çekmişse, buna herkesten çok kendisi ve ailesi mâruz kalmıştır. Oysa Cenâb-ı Hak tarafından Resûlullâh’a, dilerse kendisi için Mekke vadisinin altına çevrilmesi teklif edilmişti. Ancak o, bunu kabul etmeyerek bir gün tok, bir gün aç kalmayı tercih etmiş ve; “Allâhım! Acıktığım zaman sana tazarrû ve niyâzda bulunurum, doyduğumda ise sana hamd ve sena ederim.” ( Tirmizî, Zühd, 35) diyerek mucizevî ve imtiyazlı bir hayat tarzı istememiş, içtimaî kanunlar neyi gerektiriyorsa ona uygun bir yaşayışı Rabbinden niyaz etmiştir.
Bediüzzaman’ın iktisatçılığı:
Üstad gibi, istiğna hususunda peygamberleri kendine örnek kabul eden bir mücahidin iktisatçılığı kendiliğinden husule gelecek kadar tabiî bir haslet halini alır ve artık ona günde bir tas çorba, bir bardak su ve bir parça ekmek kâfi gelebilir. Zira bu büyük insan; büyük ve munsif Fransız şâiri Lamartin'in dediği gibi: "Yemek için yaşamıyor, belki yaşamak için yiyor."
Ve yine kendisine sorulan “Neyle yaşıyorsun? Çalışmadan nasıl geçiniyorsun? Memleketimizde tembelce oturanları ve başkasının sa’yiyle (emeğiyle) geçinenleri istemiyoruz” sualine şu mana ve hikmetle dolu cevabı verir:
Ben, iktisat ve bereketle yaşıyorum. Rezzâkımdan başka kimsenin minnetini almıyorum ve almamaya da karar vermişim. Evet, günde yüz para, belki kırk para ile yaşayan bir adam, başkasının minnetini almaz.
“Şu meselenin izahını hiç arzu etmiyordum. Belki bir gururu ve bir enaniyeti ihsas eder fikriyle, beyan etmek bana pek nâhoştur. Fakat, madem ehl-i dünya evhamlı bir surette soruyorlar. Ben de derim ki:
Küçüklüğümden beri halkların malını kabul etmemek (velev zekât dahi olsa), hem maaşı kabul etmemek (yalnız bir iki sene Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede dostlarımın icbarıyla kabul etmeye mecbur oldum), o parayı da mânen millete iade ettik. Hem maişet-i dünyeviye için minnet altına girmemek, bütün ömrümde bir düstur-u hayatımdır. Ehl-i memleketim ve başka yerlerde beni tanıyanlar bunu biliyorlar. Bu beş seneki nefyimde, çok dostlar bana hediyelerini kabul ettirmek için çok çalıştılar; kabul etmedim”
Birkaç örnek daha verecek olursak; altı ay boyunca otuz altı ekmekten ibaret bir kile buğdayın ona yettiğini ve hatta arttığını görüyoruz.
Ve Abdullah Çavuş’un ihbarı ve şehadetiyle Ramazanda üç ekmek, bir kıyye pirincin ramazan boyunca Üstada kâfi geldiğini hatta pirincin ramazandan on beş gün sonra bittiğini Risale-i Nur’dan öğreniyoruz.
Üstad Bediüzzaman’ın maişetinde görünen İlâhî ikrâm ve berekete şahit olan Barla’daki Süleyman Rüşdü, Hüsrev, Refet, Bekir, Mustafa Çavuş, Barlalı Süleyman gibi güvenilir zâtlar, müştereken imza attıkları bir mektupta şunu ifade ediyorlar:
“Evet iki sene evvel, bütün Ramazan’da üç ekmek, bir okka pirinç ona ve dört kedisine kâfi geldiği gibi, bir sene evvel üç fırancala, bir Ramazan yine kâfi gelmişti. Bu Ramazan-ı Şerifte, otuz günde, yarım okka yoğurtla, yarım okkadan daha az pirinç ve dört kuruşluk bir fırancala yediğini-yalnız bir-iki kupa çay içmek ve iftar zamanında bir çay kaşığı bal yemek müstesna-başka bir şey yemediğini bizzat müşahede ettik.”