İktisat Risalesi
İktisat ve kanaate, israf ve tebzîre dairdir.
Şu âyet-i kerime, iktisada kat’î emir ve israftan nehy-i sarih suretinde gayet mühim bir ders-i hikmet veriyor. Şu meselede Yedi Nükte var.
Birinci Nükte: Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor.
İsraf ise şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir istihfaftır.
İktisat ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır.
Evet, iktisat hem bir şükr-ü mânevî,
hem nimetlerdeki rahmet-i İlâhiyeye karşı bir hürmet,
hem kat’î bir surette sebeb-i bereket,
hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat,
hem mânevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet,
hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebeptir.
İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhalif olduğundan, vahîm neticeleri vardır.”
İktisad risalesinin ilk nüktesi böyle sekiz cami hakikatı içine alır, onların herbiri mufassal yorumlar gerektirir.
Peygamerimiz (asm) ve nimetler
Bir gün, Hz. Fâtıma pişirdiği çöreğin bir parçasını Resûl-i Muhterem’e getirmişti. Efendimiz:
“Bu nedir?” diye sorduğunda, kızı Fatıma,
“Pişirdiğim çörektir, size getirmeden canım çekmedi” dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:
“Allâh Resûlü’nün çektiği bu sıkıntılara, onun uğruna canlarını ve mallarını her zaman fedaya hazır olan ashâbı da katlanıyordu. Ebû Hureyre -radıyallâhu anh- geçmişteki fakirlik günlerini ve çektiği sıkıntıları anlatırken bazen açlıktan karnını yere dayadığını, bazen de karnına taş bağladığını söylerdi.” (Buhârî, Rikâk, 17)
Görüldüğü gibi İslâm’a dâvet ve tebliğ, maddî imkânsızlıklar içerisinde başlamış ve oldukça uzun bir süre böyle devam etmiştir. Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- söz konusu darlıktan zerre kadar şikâyetçi olmamış, ashâbına, çekilen sıkıntıların Allâh katındaki ecrini hatırlatarak sabır ve metânet tavsiyesinde bulunmuştur. Meselâ Allâh Resûlü, namaz esnâsında açlığın verdiği tâkatsızlık sebebiyle ayakta duramayarak düşüp bayılan Suffe ashâbını; “Allâh Teâlâ’nın, katında sizin için neler hazırlandığını bilseydiniz, daha fazla yoksul ve muhtaç olmayı isterdiniz” buyurmuş (Tirmizî, Zühd, 39) sözleriyle teselli etmiştir.
Aşağıda nakledeceğimiz haber ise, Sevgili Peygamberimiz ve iki güzîde sahabîsinin çektikleri açlığın boyutlarını göstermesi bakımından oldukça mânidardır. Sevgili Peygamberimiz bir gece evinden dışarı çıkmıştı. Bir de baktı ki Ebûbekir ve Ömer de dışarıdalar. Onlara:
“Bu saatte sizi evinizden dışarı çıkaran sebep nedir?” diye sordu. Onlar:
“Açlık, yâ Resûlallâh!” dediler. Peygamberimiz:
“Gücü ve kudretiyle canımı elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki sizi evinizden çıkaran sebep, beni de evimden çıkardı, haydi kalkınız!” buyurdu. İkisi de kalkıp Resûl-i Ekrem’le birlikte Ensâr’dan birinin evine geldiler. Fakat o zât evinde değildi. Hanımı Resûlullâh’ı görünce:
“Hoş geldiniz, buyurunuz” dedi. Efendimiz:
“Falan nerede?” diye sordu. Kadın:
“Bize tatlı su getirmek için gitti” dedi. Tam o sırada ev sâhibi geldi, onlara şöyle bir baktıktan sonra:
“Allâh’a hamdolsun! Bugün, hiç kimse misafir yönünden benden daha bahtiyar değildir” dedi. Hemen gidip içinde koruğu, olgunu ve yaşı bulunan bir hurma salkımı getirdi:
“Buyurunuz, yiyiniz” dedi ve eline bir bıçak aldı. Resûlullâh Efendimiz:
“Sağılan hayvanlara sakın dokunma!” dedi. Ev sâhibi onlar için bir koyun kesti. Onlar da koyunun etinden ve hurmadan yediler; tatlı sudan içtiler. Hepsi yemeğe doyup suya kanınca Fahr-i Cihân Efendimiz, Hz. Ebûbekir ve Ömer’e şöyle dedi:
“Allâh Resûlü’nün evindeki temel gıdâ maddelerinin başında hurma, süt ve arpa ekmeği gelmektedir. Ancak hurma ve süt dâimâ bulunmazdı.” Nitekim Peygamber Efendimiz’in hâne-i saâdetlerinde bir veya iki ay gibi uzun bir süre ateş yanmadığı olmuş, bu esnâda aile efrâdı umumiyetle hurma ve su ile idare etmişlerdir. (Buhârî, Hibe, 1)
Yine Aişe vâlidemizden nakledildiğine göre Peygamberimiz’in âilesinin iki gün arka arkaya arpa ekmeğiyle, bir başka rivâyette de üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadığı ifâde edilmektedir. (Müslim, Zühd, 20-22)
Gerçi Efendimiz zamanında Hicaz bölgesinde hem arpa hem de buğday, elde edilmesi ve bulunması zor olan yiyecek maddelerindendi. Bununla birlikte her ikisine de sâhip olma imkânı en fazla olan, yine Peygamberimiz idi. Fakat Resûl-i Ekrem, hiçbir zaman içinde yaşadığı toplumun sâhip olmadığı imkânları elde etme ve onlardan farklı yaşama gibi bir temâyül içinde olmamıştır. İnsanlar açlık çekmişse, buna herkesten çok kendisi ve ailesi mâruz kalmıştır. Oysa Cenâb-ı Hak tarafından Resûlullâh’a, dilerse kendisi için Mekke vadisinin altına çevrilmesi teklif edilmişti. Ancak o, bunu kabul etmeyerek bir gün tok, bir gün aç kalmayı tercih etmiş ve “Allâhım! Acıktığım zaman sana tazarrû ve niyâzda bulunurum, doyduğumda ise sana hamd ve sena ederim.” ( Tirmizî, Zühd, 35) diyerek mucizevî ve imtiyazlı bir hayât tarzı istememiş, içtimâî kanunlar neyi gerektiriyorsa ona uygun bir yaşayışı Rabbi’nden niyaz etmiştir.
Bununla birlikte Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-‘in hayât tarzının temelinde, yokluğa teslîm olmama ve yokluk karşısında bile aynen varlıklı insanlar gibi haysiyetini koruma gayreti bulunmaktadır. Yani onun sünnetinde, yokluk karşısında bir bakıma yıkılan, bunalan, ümitsizliğe kapılan isyankâr ve mutsuz insan tasviri değil, her şeye rağmen ayakta durabilen, metânetli, iyimser ve ümidini yitirmemiş mutlu insan misâli verilmiştir. Zîrâ îsâr, (kendi yemeyip başkasını tercih etmek)infâk, sabır, şükür, istiğnâ ve tevekkül gibi nebevî hasletler, bu maksada yöneliktir.
Hadis ve siyer kitaplarımızda bu hususta zikredilen rivâyetlerden Allâh Resûlü’nün yiyeceklerinin mütevâzi gıdâlar olduğunu, sahâbîlere kıyasla sofrasında daha seçkin yiyecekler bulundurmadığını ve özellikle yemek işini bir mesele edinmediğini öğrenmekteyiz. Ümmü Eymen -radıyallâhu anhâ-‘nın nakline göre, bir gün o, bir miktar un eleyip Efendimiz için özel ekmek yapmak istemiş ancak Resûl-i Ekrem; “Şu eleyip ayırdığın kepeği tekrar una karıştır, sonra hamur yap!” (İbn-i Mâce, )buyurarak buna izin vermemiştir.
Bir defasında da Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir parça arpa ekmeği almış, üzerine bir hurma koymuş ve şöyle demiştir; “ Bu hurma şu ekmeğe katıktır. ” (Ebû Dâvûd, Et’ime, 41)
Resûlullâh Efendimiz’in aile fertlerini tamamen aç bırakması gibi bir durum da akla gelmemelidir. Efendimiz hicrî dördüncü yılda kendisine hibe edilen Nadîr oğulları hurmalığından elde ettiği mahsulü satar ve bu paradan ailesinin bir yıllık ihtiyacını ayırırdı. (Buhârî, Nafakât, 2) Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-‘in ailesinin sağmal hayvanlarından bahseden Ümmü Seleme vâlidemiz ise; “Geçimimizin büyük bir kısmı develerden ve koyunlardandı.” demiştir. (İbn-i Sa’d, I, 496)
Ne var ki Sevgili Peygamberimiz’in aile fertleri dışında dullar, muhtaçlar ve Mescid-i Nebevî’nin suffasında kalan ilim ve ibâdetle meşgul, yersiz yurtsuz fakir kimseler de onun desteğiyle hayâtlarını idâme ettirmekteydi. O, bir devlet başkanı sorumluluğu ile bunların nafakasını, kendi aile fertlerininki gibi düşünmekteydi. Nitekim Ebû Hureyre’ye Efendimiz’in nasıl açlık çektiği sorulduğunda, şu açıklamada bulunmuştur:
“Bu durum onun etrafını saran kimselerin ve misafirlerinin çokluğundan kaynaklanıyordu. Zîrâ Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- berâberinde bir kısım ashâbı ve mescitteki ihtiyaç sâhipleri olmadan asla yemek yemezdi. Allâh Teâlâ Hayber’in fethini müyesser kıldı da insanlar biraz rahata kavuştu. Fakat yine de halk arasında geçim sıkıntısı sürüyordu.” (İbn-i Sa’d, I, 409)
Ashâb-ı Suffe Müslümanların dâimî misafirleriydi. Onların ne sığınacak aileleri ne de malları vardı. Peygamber Efendimiz’e bir sadaka geldiğinde onlara gönderir, kendisi hiçbir şey almazdı. Şâyet gelen hediye ise ondan bir parça alır, kalanını Suffe ehline gönderirdi. (Buhârî, Rikâk, 17) Dolayısıyla Resûlullâh’ın sofrasında uzun müddet su ve hurmadan başka bir yiyeceğin bulunmayışı ve onun çoğu zaman açlık çekmesinin sebebi, elinde bulundurduklarını hiçbir rızık endişesi taşımadan ihtiyaç sâhipleriyle paylaşmasıdır. Yâni Resûl-i Ekrem Efendimiz’in hayât boyu geçim sıkıntısı içerisinde yaşaması, yukarıda dikkat çekildiği gibi genel olarak yokluktan değil, muhtaçların çokluğundan kaynaklanmaktaydı. Böylece Peygamberimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“Komşusu aç iken, karnını doyuran kimse gerçek mümin değildir.” ( Hâkim, II, 15) sözlü beyanlarını fiilî olarak da uygulamıştır.
Öte yandan Resûlullâh’tan sonra fetihlerle gelen imkânları gören pek çok sahabî, helâl de olsa dünyâ nimetlerinden faydalanma husûsunda ciddi bir endişe taşımışlardır. Bu çerçevede daha önce yaşanılan yokluğu, zaman zaman dile getirmişlerdir. Nitekim oruçlu olduğu bir gün Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh- için zengin bir sofra hazırlanmış ancak o, yemeklere bakıp şöyle demişti:
Hz. Ömer, elinde bir et parçası bulunan Câbir -radıyallâhu anh- ile karşılaştığında:
“O nedir?” diye sormuş, Câbir de:
“Canım çektiği için satın aldığım bir et parçasıdır” demişti.
Netice itibariyle, Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve ona tâbi olan ashâbın, gerek yokluk gerekse varlık anlarında uzun süreli açlık çekmeleri ve azla yetinmeleri, zühd anlayışlarının dikkat çeken bir yönüdür.
Aleyhissalatü vesselamın hayatından buraya kadar saydığım bazı bölümler,bizi ikaz ediyorlar ve istifade ettiğimiz bol bol nimetlerin şükrünü unutmamamız lazım olduğunu bize bildiriyorlar. (A.Haktanır)
***
İktisad Risalesinin yazıldığı zaman iktisad noktasında çok farklı bir ugulamadadır Bediüzzaman.
Kainatta ve haşirin hakikatında iktisadın tesiri, gözlemleri
İsraf Allah’ın adalet anlayışına zıttır, haşirsizlikse bir israftır, kainatı en ayrıntılı bir şekilde metafizik iktisad uygulamaları ile idare eden Allah, insanı kainatın muhassalı olan bu canlıyı kabirde farelere yedirip toprak yapmaz, bu da ilahi iktisada zıttır, hem de insan aklı bunu anlayamaz.
“Ey israflı, iktisatsız, ey zulümlü, adaletsiz, ey kirli, nezafetsiz, bedbaht insan! Bütün kâinatın ve bütün mevcudatın düstur-u hareketi olan iktisat ve nezafet ve adaleti yapmadığından, umum mevcudata muhalefetinle, mânen onların nefretlerine ve hiddetlerine mazhar oluyorsun. Neye dayanıyorsun ki, umum mevcudatı zulmünle, mizansızlığınla, israfınla, nezafetsizliğinle kızdırıyorsun?
Evet, ism-i Hakîmin cilve-i âzamından olan hikmet-i âmme-i kâinat, iktisat ve israfsızlık üzerinde hareket ediyor, iktisadı emrediyor.
Ve ism-i Adlin cilve-i âzamından gelen kâinattaki adalet-i tâmme, umum eşyanın muvazenelerini idare ediyor. Ve beşere de adaleti emrediyor. Sûre-i Rahmân’da,
Göğü yükseltip aleme nizam ve ölçü verdi. Ta ki adaletten ve dinin emirlerinden ayrılarak ölçüde sınırı aşmayın. Ölçüyü ve tartıyı adaletle yerine getirin ve tartıyı eksik tutmayın. (Rahman Suresi: 6-7)
“Ve bu üç ziya-yı âzam gibi, rahmet, inâyet, hafîziyet misilli yüzer ihatalı hakikatler haşri, âhireti iktiza ve istilzam ettikleri halde, hiç mümkün müdür ki, kâinatta ve umum mevcudatta hükümfermâ olan rahmet, inâyet, adalet, hikmet, iktisat ve nezafet gibi pek kuvvetli, ihatalı hakikatler, haşrin ademiyle ve âhiretin gelmemesiyle merhametsizliğe, zulme, hikmetsizliğe, israfa, nezafetsizliğe, abesiyete inkılâp etsinler?
Hâşâ, yüz bin defa hâşâ! Bir sineğin hakk-ı hayatını rahîmâne muhafaza eden bir rahmet, bir hikmet, acaba haşri getirmemekle, umum zîşuurların hadsiz hukuk-u hayatlarını ve nihayetsiz mevcudatın nihayetsiz hukuklarını zayi eder mi? Ve, tabiri caizse, rahmet ve şefkatte ve adalet ve hikmette hadsiz hassasiyet ve dikkat gösteren bir haşmet-i Rububiyet ve kemâlâtını göstermek ve kendini tanıttırmak ve sevdirmek için bu kâinatı hadsiz harika san’atlarıyla, nimetleriyle süslendiren bir saltanat-ı Ulûhiyet, böyle, hem umum kemâlâtını, hem bütün mahlûkatını hiçe indiren ve inkâr ettiren haşirsizliğe müsaade eder mi? Hâşâ! Böyle bir cemâl-i mutlak, böyle bir kubh-u mutlaka,(sonsuz çirkinliğe) bilbedâhe, müsaade etmez.
Evet, âhireti inkâr etmek isteyen adam, evvelce bütün dünyayı bütün hakaikiyle inkâr etmeli. Yoksa, dünya bütün hakaikiyle, yüz bin lisanla onu tekzip ederek bu yalanında yüz bin derece yalancılığını ispat edecek. Onuncu Söz katî delillerle ispat etmiştir ki, âhiretin vücudu, dünyanın vücudu kadar katî ve şüphesizdir.
Sâni-i Zülcelâl,(azamet ve haşmet sahibi yaptıklarını sanatlı yapan) ism-i Hakîmin muktezasıyla, herşeyde en hafif sureti, en kısa yolu, en kolay tarzı, en faydalı şekli( bu dört şey yaratılışın israfsız ve en ideal biçimlere dayandığını gösteriyor) ehemmiyetle takip ettiği gösteriyor ki, israf, abesiyet, faydasızlık, fıtratta yoktur.(Yani Allah hiç israf etmeden yaratıyor) İsraf ise, ism-i Hakîmin zıddı olduğu gibi, iktisat onun lâzımıdır ve düstur-u esasıdır.( herşeyi yaratırken orantıya, dengeye dikkat eden Allah bütün denge ve orantıyı bozan bir haşirsizlik yaratmaz, bu onun mutlak güzelliğine yakışmaz)
Ey iktisatsız, israflı insan! Bütün kâinatın en esaslı düsturu olan iktisadı yapmadığından, ne kadar hilâf-ı hakikat hareket ettiğini bil;
İnsan kainatın en esaslı düsturuna uygun hareket etmelidir. Ona ihtar eder, Ey insan “Bütün kâinatın en esaslı düsturu olan iktisadı yapmadığından, ne kadar hilâf-ı hakikat hareket ettiği (bil)”
Arzın cüzleri arasındaki hemestetik hem de israftan kaçınan sohbeti, söyleşiyi Bedüzzaman yine iktisadla izah eder, fantastik bir izah.
“Arz ve sema, güzellik müsabakasına girmek için lazım gelen ziynetlerini takınıp hazırladıkları zaman, arz, kış mevsiminde kardan mamul beyaz elbiselerini giyer, oturur. Bahar mevsimi gelince o beyaz elbiseyi üzerinden çıkarır, zümrüt gibi yeşil halılarını sahralarına serer. Yem yeşil gömleklerini dağlarına giydirir. O dağların şahikalarının başlarına beyaz sarıklarını sarar. Ve bu güzel inkılap ve manzaralarıyla kudret-i İlahiyenin mucizelerini hikmet-i İlahiyenin nazarına arz eder. Buna karşı cevv-i sema dahi azamet-i İlahiyeyi izhar etmek için koca koca dağları, tepeleri, dereleri ve pek çok garip ve acip şeylerin şekillerini ve sanki beyaz, siyah, kırmızı boyalarla boyanmış pamuk yığınlarını andıran bulut kafilelerini ileri sürer, nazar-ı hikmete takdim eder.
İşte bu iki alem arasındaki hayali müşabehetten dolayı, bilhassa yaz mevsimindeki bulutlar, Araplar tarafından dağlara, gemilere, bostanlara, derelere, deve kafilelerine yapılan teşbihler, üsluplar, nazar-ı belağatte pek güzel görünür. Binaenaleyh, alem-i ulvi ile alem-i süfli arasındaki ve dolayısıyla bulutlarla dağlar arasındaki müşabehet ve münasebete binaen,
Bu güzel ve belağatçe makbul, akıl ve mantığa mutabık mana dururken, ayetin zahirine yapışıp, "beş yüz senelik mesafeden iki dakikalık bir zaman zarfında yağmuru cirm-i semadan yeryüzüne indirmek" gibi sakat bir manaya zahip olmak, kar-ı akıl değildir. Hem hikmet ve iktisat ve adem-i abesiyet, bu yanlış zehabı reddeder.
Biyografisinden Bediüzzaman‘ın iktisad anlayışı
Bediüzzaman’ın hayatı iktisat tarihine nurdan pırıltılarla yazılan bir atlas sahîfe daha ilave eden bir nadire-i fıtrattır.
Onun hakkında küçük bir hayati biyografi yazan bir muhibbanı anlatır.
İktisat, bundan evvel bahsettiğimiz istiğnanın tefsir ve izahından başka birşey değildir. Zaten, iktisat sarayına girebilmek için, evvela istiğna denilen kapıdan girmek lazımdır. Bu sebeple, iktisatla istiğna, lazımla mülzem kàbilindendir.
Üstad gibi, istiğna husûsunda peygamberleri kendine örnek kabul eden bir mücahidin iktisatçılığı, kendiliğinden husûle gelecek kadar tabiî bir haslet halini alır. Ve artık ona, günde bir tas çorba, bir bardak su ve bir parça ekmek kafi gelebilir. Zîra bu büyük insan, büyük ve munsif Fransız şairi Lamartin’in dediği gibi, "Yemek için yaşamıyor, belki yaşamak için yiyor."
Üstadın meşrep ve mesleğini tamamen anladıktan sonra, artık onun yüksek iktisatçılığını böyle yemek içmek gibi basit şeylerle mukayese etmeyi çok görüyorum. Zîra, bu büyük insanın yüksek iktisatçılığını manevî sahalarda tatbik etmek ve maddî olmayan ölçülerle ölçmek lazım gelir.
Mesela, Üstad, bu yüksek iktisatçılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil, bilakis fikir, zihin, istidat, kàbiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi manevî ve mücerred kıymetlerin israf ve heder edilmemesi ile ölçen bir dahîdir. Ve bütün ömrü boyunca, bir karakter halinde takip ettiği bu titiz muhasebe ve murakabe usûlünü, bütün talebelerine de telkin etmiştir. Binaenaleyh, bir Nur Talebesine olur olmaz eseri okutturmak ve her sözü dinlettirmek kolay birşey değildir. Zîra, onun gönlünün mihrak noktasında yazılı olan şu "Dikkat!" kelimesi, en hassas bir kontrol vazifesi görmektedir.
İşte, Bediüzzaman, kudretli bir ıslahatçı ve harikalar harikası bir pedagog (mürebbî) olduğunu, yetiştirdiği ter temiz nesille fiilen ispat etmiş ve iktisat tarihine nurdan pırıltılarla yazılan bir atlas sahîfe daha ilave eden bir nadire-i fıtrattı
Yeme ve içmede iktisadı, dünya malına ilgisi
“Hem iktisat, bereket ve kanaat sayesinde, şiddetli ihtiyacım olmadığı halde, dünya malına el uzatmak elimde değil, ihtiyarım haricindedir. Hem bir misalle ince bir sebebi anlatacağım:
Mühim bir tüccar dostum otuz kuruşluk bir çay getirdi, kabul etmedim. "İstanbul’dan senin için getirdim, beni kırma" dedi. Kabul ettim. Fakat iki kat fiyatını verdim.
Dedi: Niçin böyle yapıyorsun, hikmeti nedir?
Dedim: Benden aldığın dersi, elmas derecesinden şişe derecesine indirmemektir. Senin menfaatin için, menfaatımı terk ediyorum. Çünkü, dünyaya tenezzül etmez, tamah ve zillete düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i hakikat elmas kıymetinde ise, sadaka almaya mecbur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kalmış, tamah zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş görünmek için riyakârlığa temayül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeye cevaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner. İşte, sana mânen otuz lira zarar vermekle, otuz kuruşluk menfaatimi aramak, bana ağır geliyor ve vicdansızlık telâkki ediyorum. Sen mâdem fedakârsın; ben de o fedakârlığa mukabil, menfaatinizi menfaatime tercih ediyorum, gücenme.
O da, bu sırrı anladıktan sonra kabul etti, gücenmedi.
Hâşâ, iktisat, izzet ve cömertliktir; hısset ve zillet, ehl-i israf ve tebzîrin zâhirî merdâne( yersiz ve gösteriş cömertliği)keyfiyetlerinin iç yüzüdür. . .
Hediye anlayışı
Ey Nuh Bey ve Hamid Kardeşlerim, siz de gücenmeyiniz. Hem Nuh Bey, biliniz ki, şu zamanda o havâlide vefâdârâne, şefkatkârâne beni aramaklığınız öyle bir hediyedir ki, bunun gibi binler hediyeden kıymettardır. Hem size gönderdiğim risaleleri muhafaza etmek ve sahip çıkmak ve benim yerimde onları himaye etmek, binler lira kıymetinde bana karşı büyük bir hediyedir. Çünkü, netice-i hayatımı ve vazife-i vataniyemi ve o havâlideki kardeşlerimin uhuvvet ve muhabbetlerine karşı borçlarımı eda eden o risalelere ciddî sahip çıkmak, tam muhafaza etmek ve ehline yetiştirmeye vasıta olmak öyle bir hediyedir ki, dünyevî hediyelerin binlerine mukabildir. Hem emin olunuz ki, manevî zararım büyük olmasaydı, Nuh Beyin hatırını kırmayacaktım. Şimdiye kadar, Cenab-ı Hakka şükür, hediyeleri kabul etmeye mecbur olmadım ve şu zamanda ehl-i ilmin bir sebeb-i sukutu olan tamaha girmeye ihtiyar benden selb edildi. Hem eğer sizin hediyenizi kabul etseydim, çok zatların ya kalbi kırılacaktı veyahut elli senelik kaidem bozulacaktı.
Sosyal, ve ahlaki bozulma ve iktisad
“İktisat ve kanaat esâsını bozup israf ve hırs ve tama’ı ziyâdeştirmeye, zulüm ve harama yol açmış. Hem beşeri vesâit-i sefâhete teşvik etmekle; (boş eğelencelere)o bîçâre beşeri tam tembelliğe atmış.
Toplumsal denge iktisat ve sâ’y ve gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avâm tabakası birbiriyle barışabilir der Bediüzzaman Risâle-i Nur’da. Burada da büyük bir iktisadi çözüm anlatır, insanlar çalışır gayret ederse tabakalar arasındaki mesafe kapanır, çekişmeler, ihtilaller, sirkat ve benzeri vakalar asgariye düşer.
İktisatsızlık yolu ise sefâhete, israfa, zulme, harama sevk ediyor. Meselâ: Risâle-i Nurdaki Nur Anahtarının dediği gibi, radyo büyük bir nîmet iken, masláhat-ı beşeriyeye sarf (edilmesi gerekirken sefahete sarfedilir bu da iktisadsızlığı ve haramı teşvik eder. Bugün televizyon aynı durumdadır.)
“İktisatsızlık ve kanaatsizlik ve hırs yüzünden, bereketin kalkmasıyla ve fakr ü zarûret, maîşet ziyâdeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerâit-i hayat (hayat şartları) ağırlaşmıştır.
Bediüzzaman büyük batılı ve yerli iktisad teorisyeleri gibi değil, üretimin de düşmesini ve devlet kapısına göz dikmenin de kaynağının israf ve iktisatsızlık olduğunu söyler. Keynes ve diğerleri gibi afaki nedenler anlatmaz.
“İktisatsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gözünü hükûmet kapısına diker, o vakit hayat-ı içtimâiyenin medârı olan "sanat, ticaret, ziraat" tenâkus (düşer ve azalır) eder. Kanaat ve iktisat, maaştan ziyâde sizin hayatınızı idâme ve rızkınızı temin eder. Bâhusus size verilen o gayr-i meşrû para, sizden ona mukâbil bin kat fazla fiyat isteyecek.” Tıpkı bugün içinde bulunduğumuz gibi devlet eğitimi ile insanlara üretme felsefesi ve kabiliyeti kazandırmıyor kim olursa olsun hemen devlet kapısına yöneliyor, orda da boş durmanın bir farklı eylemi devlet kapısı, kapağı atan yan gelir yatar. Kim kime dum duma. 9-10’da işe gelir, sabah çayı içilir, 11.5’ta yemeğe gidilir, gelinir, arada çay molası verilir, sohbetler sonsuz, saat 4’te yavaş yavaş memurin evlerine yol alır. Büyük işler başarmanın asil edasiyle. İmparatorluk kuşa döndü, hala devlet ineğini sağma modası geçmedi. Yahu inek ölüyor, boşver sana mı kaldı?
Bediüzzaman bazı insanlara iktisat ve kanaatle, köylü mâsum kadınların nafakalarını kendileri çıkarmak için çabalamaları gibi yapmayı tavsiyede bulunur.
“İktisat, nezafet hayat-ı beşeriyede ne derece esaslı birer düstur olduğunu anla. Ve ahkâm-ı Kur’âniye ne derece kâinatla alâkadar ve kâinat içine kök salmış ve sarmış bulunduğunu (düşün).”
İktisad tarikat ve ehli din
“İktisat ve kanaatle mukâbele etme zarûreti var. Menfaat-i dünyeviye, çok ehl-i hakîkati, ehl-i tarîkati dahi bir nevî rekâbete sevk ettiği için, endişe ederim.”
Şâkirtleri iktisat ve kanaat ve tevekkül ve kısmetine rızâ gibi Risâle-i Nur’un dersinden aldıkları izzet-i îmâniye, inşâallah onları riyâdan ve dünya menfaatleri için hodfüruşluktan (kurtaracaktır).
Maişet ve iktisad, özel hayatı
“Aziz kardeşim,
Beni merak etmeyiniz inâyet-i Rabbaniye devam ediyor. Maişet cihetinde kanaat ve iktisat beni ihtiyaçtan kurtarıyor. Sakın birşey gönderme. Sen altı yedi nefse bakıyorsun; benim yarım nefsim var. Sen beni değil, ben seni düşünmeliyim. Sabri’nin mektubu ona yetişmemiş. Sen ve Hulûsi, benim her bir amel-i uhrevîmde hissedarsınız.“
İktisad ve bereketle yaşar: ”Ben iktisat ve bereketle yaşıyorum. Rezzâkımdan başka kimsenin minnetini almıyorum ve almamaya da karar vermişim. Evet, günde yüz para, belki kırk para ile yaşayan bir adam.”
“Bereket, iktisat ve rahmet-i İlâhiye bana kâfi geldi. İşte, şu nümuneler gibi çok şeyler var ve bereket-i İlâhiyenin çok cihetleri var. Bu köy halkı çoğunu bilirler.”
“Evet, on dokuz sene bu gurbette yalnız iki yüz banknot ile, şiddetli bir iktisat ve kuvvetli bir riyazet içinde kendini idare ederek, hürriyetini ve izzet-i ilmiyesini muhafaza için kimseye izhar-ı hacet etmeyen ve minnet altına girmeyen ve sadaka ve zekat ve maaş ve hediyeleri kabul etmeyen bir adam, elbette iaşeden ziyade, adalet içinde hürriyete muhtaçtır. Evet, emsalsiz bir tazyik altındayım.
Çok az para ile geçinir. “Cüz’î para iktisat ve kanaat bereketiyle bana kâfi geldi. Yüz suyumu döktürmedi. O mübarek paradan biraz daha var" deniliyor.
“Her şakirdin saadet-i ebediyesine menfaati gibi, benim de hakiki kışım suretinde olan kabrimden sonraki kışta ihtiyacatıma o derece mükemmel yardım ediyorlar ki; bu fani, muvakkat kışın hacatına yardımdan binler derece ziyadedir. Eğer benim elimden gelseydi, bütün ruh u canımla, kemal-i iştiyakla bütün onların hacat-ı maddiyesini temine çalışırdım. Beni merak etmeyiniz. İktisat ve kanaat, bana iki hazinedir; tükenmez, bitmez.”
İktisat bereketiyle. Hatta bir vakit Isparta’da bir Ramazan da bir ekmek, bir kilo torba yoğurdu, bir kilo pirinçle yaşayan bir adam, maişeti için dünyaya tenezzül etmez.
İktisat, kanaat yerine israf ve sefahet; ve sa’y ve hizmet yerine tembellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, biçare beşeri hem gayet fakir, hem gayet tembel eyledi.
Üstadımız Said Nursî için "Bir şah ve bir padişah gibi yaşamakta ve gelen yardımlarla geçinmektedir" diye o vicdansızlar ap açık bir iftirada bulunmuşlardır. Said Nursî, amcasının çorbasını dahi içmemiş olup, hayatında kimsenin minneti altında kalmayıp, beş bin lira hediyeye beş para değer vermeden red ve iade eden, hayatındaki istiğna düsturunu en zâlimâne muameleler ve mahrumiyetler içinde kaldığı zamanlarda dahi bozmayan ve böylece izzet-i İslâmiye ve şeref-i diniyeyi muhafaza etmiş olan bir zattır.
Evet, Üstadımızın, halkların hediyesini kabul etmemek düsturu, seksen senelik hayatıyla sabit olduğu ve otuz senelik müteaddit mahkemelerde dahi vesikalarla tahakkuk etmiş, dost ve düşmanın gözleri önünde zahir olmuştur. Bu bedihî hakikatin herkesçe bilindiği bir zamanda böyle ithamda bulunanların ne kadar dehşetli garazkâr olduklarını ehl-i vicdanın takdirlerine bırakıyoruz.
“İktisat berekatıyle, tam kanaat hazînesiyle, ekser günlerde herbir gün yüz para ile, bazı daha az bir masrafla yaşadığımı benimle temas eden dostlarım bilirler.”
İktisat Risalesinin bereketine ve mübarekiyetine ve kerametler ortaya çıkar. Bu eserin tam onu yazmaya denk gelen bir psikolojide yazıldığını gösterir, Bediüzzaman’ın telif ortamları böyledir, çile, zulüm ve ıztırap ve eser.
İktisad onun dini hizmetinde de büyük rol oynar. “Dikkat ve iktisat içinde Risale-i Nur’la giriştiği hizmet-i îmaniye ve manevî cihad-ı dîniyedir.”
Cüzi para iktisat ve kanaat bereketiyle bana kâfi geldi. Yüz suyumu döktürmedi. O mübarek paradan biraz daha var, der
Ben iktisat ve bereketle yaşıyorum. Rezzâkımdan başka kimsenin minnetini almıyorum ve almamaya da karar vermişim. Evet, günde yüz para, belki kırk para ile yaşayan bir adam, başkası(na muhtaç olmaz).
Bereket, iktisat ve rahmet-i İlâhiye bana kâfi geldi. İşte, şu nümuneler gibi çok şeyler var ve bereket-i İlâhiyenin çok cihetleri var. Bu köy halkı çoğunu bilirler.
Eserlerinin telifiyle kendini ve arkadaşlarını geçindirir
Ankara hükûmetinin adaletiyle Üstadımız Said Nursî’nin Risale-i Nur eserleri basılmaktadır. Hissesine düşen bir miktar kitap fiyatlarını Üstadımız, hayatını Nurlara vakfedip nafakasını çıkaramayan Nur talebelerine tayın olarak vermektedir. Kendisi de bugün artık herkesin malûmu olmuş olan âzamî bir iktisat ve kanaatle yaşamaktadır. Ve bütün ömrü boyunca fevkalâde bir iktisat dairesinde kendini idare ettiğine, seksen senelik hayatını bir şahid-i sadık olarak gösteriyoruz.
Hâlık-ı Rahmân-ı Rahîme hadsiz şükür olsun ki, bundan altmış yetmiş sene evvel hilâf-ı âdet olarak tahsil-i ilim, hususan ilm-i imanî yolunda başkaların muavenetine yalvarmamak ve tam fakr-ı haliyle beraber Eski Said çocukluk, gençlik zamanında talebelerine tayınlarını kendi vermeye çalıştığı ve ancak kısa bir zaman beş tayın kabul edip mütebâki talebelerine, bazan yirmi otuz talebesine tayın verdiğinden, ilmi, vasıta-i cer etmeye o talebeler mecbur olmadılar. İktisat ve kanaatle o zaman muvaffak oldukları gibi, Cenab-ı Erhamürrahimîne hadsiz şükür olsun ki, Eski Said gibi şimdi Risale-i Nur kendi hakikî talebelerinin tayınlarını neşriyatıyla mükemmel vermeye başlamış. Âzamî ihlâsı kırmamak için, Risale-i Nur has talebelerine, hususan nafakasını tedarik edemeyenleri tam tamına idare edecek derecede Risale-i Nur’un satılan nüshalarının beşten birisi Risale-i Nur’un hakkı olduğu cihetle, şimdi elli altmış talebesine kâfi sermayesi çıkıyor. Benim (biçare Said’in) içinde hiçbir hakkı yoktur. Yalnız Risale-i Nur’un kıymettar hâsiyeti ve şakirtlerinin şahs-ı mânevisinin kemâl-i sadakati bu mânevî Nur bayramına vesile oldu.
Bediüzzaman’ın en büyük iktisadı en olumsuz şartlar da bile yazmaktan, teliften ve duadan, ibadetten vazgeçmemiştir. ”Sungur benim on iki hastalığım var biri sende olsa dayanamazsın“ demiş, o halde eserlerini kaleme almış.