Muhammed Mustafa’yı (a.s.v) takip etmeyen bir kimsenin necat bulması (kurtulması) imkansızdır. (Sa’di-i Şirazi)
İslami modernizm’in tipik argümanlarından biri de Ehl-i Kitap’ın mevcut itikatlarıyla cennete gidebileceği yolundaki görüşleri. Sadece Ehl-i Kitap’ın değil diğer bazı din mensuplarının da kurtuluşa ereceği şeklindeki düşünceleri. Bu anlayış Ebubekir Sifil hocanın yerinde tabiriyle modern zamanların en büyük fitnelerinden biri. Birkaç yazıdır izini sürmeye çalıştığımız Mustafa Öztürk hocamızda aynı kervana katılan isimlerden sadece biri. Amacımız konunun kelami tahlilini yapmak değil, görünür bazı tezatlara dikkat çekmek. (Konunun geniş kelami tahlilini merak edenler Muhammed Ali es-Sâbûnî'nin Ömer Fâruk Tokat tarafından tercüme edilen makalesi ile Nur Külliyatından 26. Mektup’un 4. Mebhası’nın 5. Mes’elesine bakabilirler.) Önce, objektif olması bakımından, her zaman yaptığımız gibi sözü hocamıza bırakalım:
“…Kur’an’da öngörülen kurtuluşun asgari koşullarını Allah’a ve ahiret gününe iman salih amel işleme ve bu şekilde kendisini ıslah etme şeklinde belirlemek mümkündür… burada konumuz açısından iki önemli ayet özel bir önem taşmaktadır. Bunlardan ilki, Bakara suresi 62. ayettir:
Muhakkak ki (bu ilahi kelama) iman edenler ile Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve Sabiilerden Allaha ve ahiret gününe inanmış, doğru ve yararlı işler yapmış olan kimseler, Rablerinden hak ettikleri mükafatı alacaklar ve yine onlar ne korkacak ne de üzüleceklerdir.(Bakara, 62)
Bu ayet M.Esed’in ifadesiyle islam’ın temel bir doktrinini inşa etmektedir. Başka hiçbir itikatta benzeri olmayan bir görüş zenginliği içinde kurtuluş fikri burada üç şarta bağlanmıştır: Allah’a iman, hesap gününe iman ve hayatta doğru ve yararlı işler yapmak…
Bu bahisle ilgili ikinci ayet Maide suresi 69. ayettir: Muhakkak ki (bu ilahi kelama) iman edenler ile, Yahudilerden, Sabiilerden ve Hıristiyanlardan Allaha ve ahiret gününe inanmış, doğru ve yararlı işler yapmış olan kimseler, Rablerinden hak ettikleri mükafatı alacaklar ve yine onlar ne korkacak ne de üzüleceklerdir.(Maide, 69)
Görüldüğü gibi bu ayette de kurtuluş yine üç temel şarta bağlanmıştır. Ne var ki müfessirlerin kahir ekseriyeti (Mücahit, Mukatil Bin Süleyman, Süfyan es Sevri, Beğavi, Şevkani, Kasımi, Taberi, İbn-i Kesir, Razi, Elmallı… Ş.D.) anılan ayetlerde açıkça ifadesini bulan ‘hangi guruba ait olursa olsun, Allah’a, ahiret gününe inanan ve iyi işler yapan her insan kurulur’ şeklindeki yalın anlamı farklı şekilde te’vil etmek için Fazlur Rahman’ın ifadesiyle ellerinden gelen gayreti göstermişlerdir. Zira nüzul döneminde savaşa hazırlık yapıldığı bir sırada nazil olan ayetin hükmünü her halükarda tatbik edilmesi gereken tarih-üstü nihai bir hüküm olarak değerlendiren ve bu çerçevede diğer dinlerin mensuplarını cizye vermeye rıza gösterecek kadar ezip kendisine teb’a kılmayı; keza fitne kelimesini şirk olarak yorumlayıp ehl-i kitap dışındaki tüm gayr-i Müslimleri ortadan kaldırmayı Allaha yakınlaşma vesilesi sayan bir anlayışı savunanların bu ayetin açık anlamını içselleştirmesi zor olsa gerek…”(Kur’an’ı Kendi Tarihinde Okumak, Ankara Okulu Yay, s.170-171)
Görüldüğü gibi geçmiş bütün müfessirler söz konusu ayetlerin yalın anlamını içselleştirmediklerinden olmadık te’villere ve zorlama yorumlara başvurmuşlar Mustafa Öztürk hocamıza göre. Daha açıkçası mezkur alimler, ayetlerin güneş gibi ortada duran ve ilk okuyuşta herkesin anlayacağı çırılçıplak ve apaçık manasını içine sindiremediklerinden dolayı bir bakıma göz göre göre ayetleri var güçleriyle te’vil (ya da tahrif) etmeye çalışmışlar.
Peki müfessirlerimiz bunu neden yapıyor? 1-Her ayeti tarih-üstü nihai bir hüküm olarak değerlendiklerinden. 2-Diğer din mensuplarını cizye vererek ezmeye çalıştıklarından. 3-Tüm gayr-i Müslimleri Allaha yakınlaşmak adına ortadan kaldırmayı amaçladıklarından.
Evet adı geçen bütün müfessirlerimiz içlerinde saklı tuttukları bu gibi art niyetlerden dolayı ayetlerin manasını hazmedememiş. Bunlar öylesine ağır ithamlar ki bu konuda bir şeyler söylemeyi, ciddi bazı yorumlar yapmayı gereksiz görüyorum. Dolayısıyla takdiri size bırakıyorum.
Hemen belirtelim ki bu ayetleri böyle anlayan ve yorumlayan ilk kişi Öztürk değil. Bu konuda ve diğer bütün modernist hususlarda olduğu gibi Öztürk’ün selefleri şunlar: Seyyid Ahmed Han, Muhammed Ali Lahuri, Muhammed Esed, Süleyman Ateş, -ki islam’ı kabul etmeyip kendi dinlerine göre yaşayan Yahudi ve Hıristiyanların cennete gireceğini açıkça söyler- Yaşar Nuri Öztürk…
İşin gerçeği acaba böyle mi? Yani geçmiş müfessirlerimiz bahse konu ayetleri içselleştiremedikleri için mi yoksa daha başka bir nedenden dolayı mı tefsir ve te’vil etme ihtiyacı hissetmişler? Önce yukarıdaki ayeti yalın anlamıyla okuyalım:
Muhakkak ki (bu ilahi kelama) iman edenler ile Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve Sabiilerden Allaha ve ahiret gününe inanmış, doğru ve yararlı işler yapmış olan kimseler, Rablerinden hak ettikleri mükafatı alacaklar ve yine onlar ne korkacak ne de üzüleceklerdir. (Bakara, 62)
İlk bakışta yani “yalın” şekliyle bu ayetten çıkan mana şöyle: Yahudi, Hıristiyan, Sabii’lerden kim olursa olsun Allah’a ve ahiret gününe inanan ve iyi işler yapan herkes kurtulur. Daha açıkçası kurtuluş için peygamberlere, kitaplara, meleklere, kadere inanmaya gerek yok. Yani kurtuluşun şartı Allah’a inanmak, ahiret gününe inanmak, iyi işler yapmak. Öztürk’ün ifadesiyle geçmiş müfessirlerin bir türlü içselleştirmedikleri “yalın anlam” bundan ibaret.
Şimdi de aşağıdaki ayetleri “yalın” anlamıyla okuyalım:
Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar. (Nisa, 65)
Ey inananlar! Allah’a, rasulüne, rasulüne indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba inanmakta sebat gösterin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitablarını, rasullerini ve ahiret gününü inkar ederse şüphesiz derin bir sapıklığa sapmıştır. (Nisa, 136)
Allah, üçten birisidir diyenler şüphesiz kâfir olmuşlardır. (Maide, 73)
Allah, Meryem oğlu Mesîh'tir diyenler şüphesiz kâfir olmuşlardır. (Maide,72)
Yahudiler: 'Üzeyir Allah'ın oğludur' dediler; hristiyanlar da: 'Mesih Allah'ın oğludur' dediler. Bu, onların ağızlarıyla söylemeleridir; onlar, bundan önceki inkâr edenlerin sözlerini taklid ediyorlar. Allah onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar? (Tevbe, 30)
Bu ayetlerin ise yalın anlamından çıkan sonuç şöyle: Kurtuluşun şartı üç değil daha fazla. Ehl-i kitap olan Yahûdî ve Hıristiyanlar, tevhidden saptıkları için kâfir olmuşlardır. Son Peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v.), bütün insanlara peygamber ve Allah elçisi olarak gönderilmiştir. Doğru yolu bulmak, hidâyete erebilmek için O'na (s.a.v.) ve getirdiklerine iman etmek, uymak şarttır, gereklidir. Onun tebliğine muhatap olupta iman etmeyenin cennete girmesi imkansızdır. Üstadımızın tabiriyle “Peygamberi işiten ve davasını bilen adamlar Onu tasdik etmezse Cenab-ı Hakkı da tanımaz.” (26.Mektup)
Konuyla alakalı onlarca mütevatir hadisi ve istisnasız bütün mezheplerin üzerinde ittifak ettiği görüşleri şimdilik bir kenarda bırakıyoruz. Görüldüğü gibi her iki ayet grubunu “yalın” bir şekilde okuduğumuz zaman bariz bir çelişki ile karşı karşıya kalıyoruz. Kur’an’ın metninde çelişki olamayacağına göre bu ayetler arasındaki uyumu halletmek için tefsir unsuru devreye giriyor. Yani geçmiş müfessirlerin ilgili ayetleri tefsir etme ihtiyacı hissetmelerinin nedeni Öztürk’ün dediği gibi hazımsızlık veya içlerine sindirememek değil Kur’an’ın sistematik bütünlüğü içinde makul bir yerlere oturtmak. Hepsi bu.
Netice itibariyle son Peygamber'e (s.a.v.) iman etmeyen ve O'na (s.a.v.) uymayan kimseleri (bu meyanda ehl-i kitabı) cehenneme sokan, (haşa) “dar kafalı”, “dar gönüllü”, “hazımsız”, “istilacı” müfessirler değil, bizzat kâfirlerdir, onların kendi inanç ve amelleridir.