Geçen haftaki “İlahiyatçılık, Risale-i Nurlar ve Allah Tasavvuru” başlıklı yazımızın muhatabı sayın Mustafa Öztürk’ten aldığım karşılık özetle şöyle: Benim gibi seviyeli yazılara imza atmış biri adına çok üzüldüğünü, bu ifadeleri bana yakıştırmadığını, Tanrı hakkında söylediklerinin antropolojik bir okumadan ibaret olduğunu, yazı yazmak amacımın gerçeği ortaya koymak değil, dini bir grup adına tetikçiliğe soyunduğumu, “Kur'an'ın onca ayetinin canına okuyan ve bu arada sayısız hesap hatası yaparak hezeyanda bulunan birine sahip çıktığımı, din adına ebced ve cifrin açıkça ilhad olduğunu, kendisini “tekfir” ettiğimi, belli çevrelerce yönlendirildiğimi, yazısının son kısmını alıntılamadığımı, “haşhaşi” mantığıyla hareket ettiğimi, afyonlandığımı, yazının aleyhine kampanya başlatıldığı bir zamana denk düşmesinin anlamlı olduğunu, kendisine iftira attığımı ve bundan dolayı hakkını asla ve kat’a helal etmeyeceğini, bundan sonra e-posta adresinde imzamı taşıyan hiçbir yazı görmek istemediğini…
Evet yanlış okumadınız ilmi ve nezaket ölçüleri içinde yapmaya gayret ettiğim bir eleştiriden sonra kıymetli muhatabımdan gördüğüm karşılıklar bu gibi şeylerdi. Meğer en hafif ve dostane bir eleştiri nasılda rahatsız ediyormuş insanları. Ben, ilgili yazıda hocamın şahsına, kişiliğine dair hiçbir şey söylemedim, olanı olduğu gibi tasvir etmeye çalıştım, bu noktada vicdanım olabildiğince rahat. Ama kendisi nedense söylediğim her şeye kişiselleştirerek cevap verdi. İçim müsterih en azından tetikçi olmadığımı, belli çevrelerce yönlendirilmediğimi, haşhaşi olmadığımı, çok iyi biliyorum. Hocanın söylediği türden bir kampanyanın olduğundan zerre miskal haberimin olmadığını bunu ilk kez kendisinden duyduğumu da biliyorum. İnanın kendi adıma hiç üzülmedim asıl hocamızın Bediüzzaman için söylediği talihsiz sözlere çok üzüldüm. “Hezeyanda bulunan biri” diyor merhum Bediüzzaman için. Milyonlarca seveni tarafından “maneviyat aleminin sultanı olarak” olarak görülen ve ülkemizin yüz akı Müslüman bir alim için bu nitelemeyi reva görmek nasıl bir cesarettir anlamıyorum. Hocamız bana “hakkını asla ve kat’a helal etmeyeceğini” söylüyor. Ben kendisinden helallik diledim, her şeye rağmen bu kadar çok üzüleceğini bilseydim yazıyı yazmayacağımı da söyledim.
Ama sormak lazım, merhum Bediüzzaman’ın milyonlarca seveni, talebesi, takipçisi bu sözlerinizden dolayı size hakkını “asla ve kat’a” helal etmese veya helal etmeyeceğini söylese veya dil ile söylemeyip manen gücense, ne yapacaksınız çok merak ediyorum. Bu durum, hak ve hukuk konusunda hassas olduğunu ve bu gibi değerlerin kendisi için büyük manalar taşıdığını söyleyen sizin gibi ‘duyarlı’ Müslüman bir ilim adamı için altından kalkılması çok güç bir vebal olsa gerek. Bunları düşündükçe içim ürperiyor, titriyor ve irkiliyorum.
Hocamız bahse konu yazıdaki “Tanrı” tasvirlerinin “antropolojik bir okumadan” ibaret olduğunu söylüyor. Bir Müslüman ilim adamı sadece bu kaygılardan yola çıkararak alemlerin rabbi olan Allah hakkında “savaş ve kan dökmeye tutkunluk, acımasızlık ve davranışlarında süreksizlik, kendisiyle çelişik, son derece zalim, tarafgir, kendi gözdeleri dışında hiç kimseye küçücük bir merhamet kırıntısı taşımayan” gibi sözler söyleyebilir mi? Bu bir. İkincisi, kendisini “imancı” olarak tanımlayan bir Müslüman Allah hakkında nasıl böylesi bir “antropolojik bir okuma”ya kalkışabilir? Daha doğrusu “imancı” bir mü’minin bu kabil tehlikeli sularda ne işi olabilir? Üçüncüsü, ‘kelamın antropolojiye önceliği olduğu gibi, epistemolojinin de ontolojiye önceliği vardır; bilgi varoluşa geçmeden evvel, Allah'ın ilminde var olduğundan dolayı, bizzarure bilgi varlıktan önce gelir. Bu yönüyle bilgi varlığa indirgenemez, aksi düşünüldüğünde bundan pozitivizm ve hatta kullanıma göre materyalizm dahi çıkar.’ Dördüncüsü, bir mü’min için kendi sınırlılığı içinde Allah’ı nasıl telakki ettiği değil, asıl Allah’ın kendisini nasıl tanıttığı, nasıl vasfettiği, nasıl bildirdiği önemlidir. Beşincisi, Bediüzzaman’ın ebced ve cifir kullanımına “ilhad” deyip, kendi yaptığı “Allah” tasvirlerine “antropolojik bir okuma” demek neyin nesi?
İtiraf etmeliyim ki Allah hakkında böyle bir okumayı Muhammed Arkoon, Ebu Zeyd, Hasan Hanefi gibi en modernist kanaatlere sahip düşünürler bile okusaydı hayretlerini gizleyemezlerdi ve bu kadarına da pes diyeceklerdi. Unutmadan, ilgili yazıdaki ifadelerin sade birer alıntı ve objektif bir tasvir olmayıp hocamızın bizzat kendi ifadeleri olduğunu ve bunları yer yer dipnotlarla destekleyerek onayladığını, katıldığını, benimsediğini söylemeliyim. Yazıda tercih edilen dilin oldukça seküler, küçümseyici ve yer yer alaycı olduğu dikkatlerden kaçmıyor. Bırakın Müslüman bir ilim adamının Yahudi ve Hıristiyan bir ilim adamının dili bile bu kadar özensiz, gelişigüzel değil. Peygamberlerin isimlerinin zikredilişindeki lakaytlık, gevşeklik ve o başlık altındaki hemen hemen her yerde Allah’tan “Tanrı” diye bahsedilmesi, hafif, laubali ve yer yer Allah’ı hesaba çeker gibi nezih vasıflardan uzak bir üslup kullanılması cabası.
Gelelim hocamızın ilgili yazısından bahsetmemi istediği bölüme. Yazı uzun olduğu için özetliyorum; Allah’ın farklı zamanlarda farklı davranmasının akıl, mantık ve nedensellik çerçevesinde izah edilebilir olmadığı, buna rağmen bunun Allahın fiillerine keyfilik ve gelişi güzellik atfetmeyi gerektirmediği, çünkü bu fiillerdeki sebep ve hikmetleri kavramanın beşeri aklın boyutunu çok aştığı, onun için bu noktada belli ölçüde agnostik (bilinemezci) bir tavrın kaçınılmaz olduğu, önümüzde imancılık ve imansızlık gibi iki seçenek olduğu, imancılığın ise sorgusuz sualsiz bir teslimiyetçilik olduğu…
Kimsenin niyyetini sorgulamaya hakkımız yok, zaten eleştirilerimizi “niyet” üzerinden değil “metin” üzerinden yapıyoruz. Yazının bütünselliği içinde bakıldığında bu satırların gelebilecek muhtemel haklı itirazlara karşı alınmış ustaca bir önlem olduğu gözlerden kaçmıyor değil. Yani zımnen denilen şu: Evet Tanrı’nın sözü edilen bütün o (haşa) çelişkileri, tutarsızlıkları, acımasızlığı, adam kayırmacılığı, konjöktüre göre davranması, kan ve şiddete olan tutkunluğu, her topluma farklı muamelede bulunması gibi davranışları “antropolojik bir okuma” sonucu doğru. Ama bütün bunlara rağmen ben yine iman ediyorum ve “imancı”yım. Çünkü iman aklın, mantığın, muhakemenin, rasyonalitenin, bilimin alanı değildir. Bu tutumun “saçma olduğunu biliyorum ama yine de inanıyorum” diyen batılı düşünürün tavrından bir farkı yok gibi. Zaten “antropolojik bir okuma” sonucu bütün bunları söyledikten sonra geride kalan eldeki imanın veya “imancı”lığın bir işe yaramayacağı izahtan vareste. Üstelik bu izahat, alıntısını yapmış olduğumuz ve hocamızın “antropolojik bir okumadan ibaret” dediği mezkur yazı için değil, daha çok, ondan hemen sonra gelen “Helak Prosedüründe Değişiklik” ile “Mucize Prosedüründe Değişiklik” başlıklı iki yazıyı tavzih etmek için söylenmiş gibi.
Peki hocamız “imanı” nasıl tarif ediyor? birlikte okuyoruz: “…Bizce iman; bilişsel değil, duygusal bir tecrübedir. İmanda rasyonellik aranmaz. İmanın mantıki doğruluğu sorgulanamaz. İmanın alanı bilmenin, düşünmenin, saptamanın, kanıtlamanın alanı değildir. İman bir sıçrama edimidir. Bu sıçramada etkin olan şey, dinin ve ilahi fiillerin akılsallığı değil, akıl dışılığı, anlaşılabilirliği değil anlaşılamazlığı, kanıtlanabilirliği değil kanıtlanamazlığı, bilinebilirliği değil bilinemezliğidir. Dolayısıyla iman, Tanrıyı bilmek ve eylemlerini anlamak değil aksine Tanrının bilinemezliğini, kavranamazlığını onamaktır.” (Kıssaların Dili Ankara Okulu Yay, sh:75-76)
Hocamızın tarifini yapmaya çalıştığı iman, “bilinemez, tanımlanamaz ve kanıtlanamaz olduğu için inanıyorum” diyen ve imanı salt bir “güven” temeli üzerine inşa etmeye çalışan Jonh Hick, Soren Kierkegaard gibi bazı batılı düşünürlerin ‘önermesel olmayan iman’ tarifi. Hıristiyanlık inancındaki “baba, oğul, kutsal ruh gibi” akıl dışı saçmalıkları bertaraf etmenin, onlardan kurtulmanın belki de en emin yolu böylesi bir iman anlayışı. Yani sözü edilen batılı düşünürler açısından bir derece anlamlı bir tarif bu. Peki içi halis hidayet, dışı mahza hakikat olan, her fırsatta akla, düşünceye, araştırmaya vurgu yapan, öyle ki bunu bütün itikadi ve fıkhi mezheplerin üzerinde ittifak ettiği “aklı olmayanın dini yoktur” sözleriyle kristalize eden İslam için böyle bir iman ne ifade eder? Daha fazla bir şey demiyor ve takdiri yine siz kıymetli okuyucularıma bırakıyorum.