Soru: “Tıbben, beynimizin sadece % 2,5-3’ünün dünyada kullanıldığı doğrulanmış. Böyle olunca, % 97’si boş yere veya fazlalık olarak yaratılmış oluyor.
Hani Allah lüzumsuz bir şey yaratmazdı?” diye soruluyor. (Hâşâ.)
Cevap: Ana karnındaki bir çocuk için, iki göz, iki kulak, ağız, burun, akciğerler vb. cihazlar yaratılmış ve bunların % 1’ini bile orada kullanmadığı kesin olarak doğrulanmıştır. Belli ki; Allah bu cihazların % 99’unu ana karnında kullanmak için değil, başka bir âlemde yani, dünya hayatında kullanmak için yaratmıştır.
Bu cihazların veya organların; ana karnında iken hazır edilmiş olmasına ve oradayken fazlalık olduğuna veya lüzumsuz olduğuna, şimdiye kadar hiç kimse itiraz etti mi ki?...
İşte beynimiz de sadece dünya hayatımızda kullanmak için değil, ebedî bir âlem olan Âhiret âleminde de kullanılacağının bir emaresidir.
Aynen bunun gibi, bizlere verilen duygularımızın da, şu dünya nimetleriyle tatmin olmaması, ebedî bir saadet yeri olan Cennette tatmin olacağını gösterir…
Evet, insanoğlu şu fani dünyada bir türlü tatmin olamaz.
Meselâ, bir simitçi başının üstündeki tepsi veya tabla ile simit satarken, bir simit arabasına sahip olmayı ister. Simit arabasına kavuşunca da tatmin olmaz, küçücük bir dükkânının olmasını arzu eder. Küçücük bir simit dükkânı olunca yine tatmin olmaz, börek-çörek alıp satmaya başlar. Dükkâna sığmaz olunca, büyük bir dükkân sahibi olmayı murad eder. Buna da kavuşunca yine tatmin olmaz, unlu mamuller imalathanesi hayal eder ve kavuşur. Yine tatmin olmaz, anlı, şanlı bir pastane ister. Onu da elde edince yine tatmin olmaz, şubeler açabilmeyi hayal etmeye başlar. Pastaneler zinciri sahibi olsa bile yine tatmin olmaz. Buralardan elde ettiği gelirlerle marketler zinciri, ihracat ve ithalat yapmaya başlar. Fabrikalar kurar yine de tatmin olmaz, bu kez dünya devleriyle yarışa başlar. Bir bakarsınız, ömrü bitiverir…
Çevremizde bunun örnekleri çoktur.
Oysa insanın şu fani dünyaya gönderilmesinin ana gayesi, ‘ibadet ve kulluk’ bu boğuşmalar içinde güme gidiyorsa, ebedi âlemde bu hüsranın telâfisi asla yoktur…
*******
Her branşta bu tatminsizlik vardır.
Öğretmenliği hedefleyen bazı öğrenciler, öğretmen olduktan kısa bir zaman sonra, müdür yardımcısı, müdür veya mastır yaparak öğretim üyesi olmak isterler.
Öğretim üyesi olsalar bile bazıları yine tatmin olamaz. Doktor, Doçent, Profesör, dekan, rektör derken, oradan hükümet yönetimine yalanmaya başlarlar.
Hâlbuki bir eli yağda, bir eli balda denir ya, işte o misal zenginlik, şan, şöhret, makam ve mevki sahibidirler. Her şeye rağmen, demokratik yollardan hükümetin yönetimine ulaşamayacağını anlayınca da, DERİN (!) ilişkiler içine girerler.
Hele hele hakkına razı olmayı emreden bir dine mensup değiller ise bu tatminsizliklerini hukuksuz girişimlerle sürdürmeyi göze alacak kadar hırslanırlar. Adeta gözleri döner…
Kanun, nizam, hak, hukuk tanımaz olurlar
Şu tatminsizliğin örnekleri şu anda gözlerimizin önünde yaşanmıyor mu?...
Ergenekon sahnesindeki generallere, rektörlere, hukukçulara ve malvarlığı ayyuka çıkmış işadamlarına bakınız. Bunların dünya nimetleri bakımından neleri eksik?…
*******
Neyse, konu mecrasından kaymadan toparlayalım. Yani insanoğlu burada (şu fani dünya hayatında) tatmin olmayacak kadar geniş duygulara sahip yaratılmıştır.
Bu duygular insana, ebedi âlemimiz olan ahiret’te tatmin olmak için verilmiştir.
Aynen o ana rahmindeki çocuğa verilen, fakat orada kullanılmayan cihazlar gibi.
Bu tatminsizlik hastalığından kurtulmak için; KANAAT ve tevekkül emredilmiş, hak hukuk prensipleri vaaz edilmiştir. Bu tatminsizlik hastalığına yakalanmamak için de, bunları ve her an sınavda olduğumuzu, hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız…
Evet, yukarıdaki soru gibi birçok tehlikeli soruyu, gençlik yıllarımızda çok işitiyorduk:
Bunlardan bir tanesini daha örnek olarak arz edeceğim, diğerlerini sizler hatırlarsınız.
Dini mükellefiyetlerden rahatsız olan doktorlar bu asrın ortalarında, bacaklardaki yedek kalp damarına (yani saphenous vein’e) kafayı takmışlardı.
Bu yedek damarı Kadîr-i Âlim ve Sani-i Hakîm bacaklarımıza tam bir sigorta ve güvenlik faktörü olarak yerleştirmiştir. Bacaklarımızda derinden, yani kasların arasından giden ikinci bir toplardamar sistemi vardır. Deri yüzeyine yakın toplardamarlar ameliyatla çıkarıldığında, bacaklarımıza giden kan, bu damarlar vasıtasıyla kalbe iletilmektedir. Doğuştan bu iki damar ağı arasında birleştirici ara damarlar yaratılmıştır.
Efendim bu damar, başka damarlar tarafından bacakta boşu boşuna beslenmekteymiş. Hiç bir işlevi ve fonksiyonu yokmuş. Yani buradan da, “hani yaratıcı lüzumsuz iş yapmazdı?” gibi kafa bulandırıcı sorular soruluyordu.
Tıp teknolojisi ilerledikçe, bu damarın kalp ana damarlarının yedeği (yani stepnesi) olduğu anlaşılmış oldu. O doktorların mor halini de bir hayli merak etmiştim…
*******
Fıkra ve nükteleriyle meşhur Mehmet Kırkıncı hocanın, böyle bir soruya verdiği ilginç bir cevap ile iyice rahatlayalım. Erzurumlu bir köylü, M. Kırkıncı hocaya sorar:
-“Hocam, aklım ermîir. İnsanlar ölüp toprak olduktan sonra, Allah c.c. onları tekrar nasıl diriltecek?” Hoca, şakayla karışık köylüye hafifçe bir tokat atar ve şöyle söyler:
—“Sen mi dirilteceksin ki senin aklın ersin istîirsin? Hem sana, insanların nasıl diriltileceğini anlamak için değil, dünyaya niçin gönderildiğini, buradan nereye sevk edileceğini ve ‘burada neler yapman gerektiğini anlayacak kadar’ akıl verilmiş!...”
Yasin Suresi. 77,78,79. Ayetler: İnsan, kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki hemen apaçık bir hasım kesilir ve kendi (ilk) yaratılışını unutur da; "Çürümüş kemikleri kim diriltecek" diyerek, Bize misal vermeye kalkar? Sen onlara de ki: "Onları hiç yok iken, ilk defa yaratan diriltecek. O, her türlü yaratmayı bilir…"
Moral Haber