Şanlıurfa'da hayatını Kur'an öğretmeye vakfeden Melahat Armağan, geçtiğimiz ay Hakkın rahmetine kavuşmuştu. Hakkında bir çok yazı yazılan Melahat ablayı yeğeni Mustafa Armağan akit'te bir kez daha ayrıntısıyla anlattı.
Melahat ablanın çektiği sıkıntıları ve hizmetlerine dikkat çeken Armağan, mücadelesinin büyük hizmetlere yol açtığını belirtiyor. Yazısı şöyle:
AK TÜLBENTLİ MELEK-SİMA
21 Nisan 2021’de Hakkın rahmetine kavuşan ilk başörtüsü mağdurelerinden halam Melahat Armağan’ın hikayesidir.
-Hala, Eyüp Peygamber’in makamına gidiyoruz, bizden bir isteğin var mıdır?
Hasta yatağında oturan ak tülbentli melek-sima cevap veriyor:
-Orada bir çeşme vardır, muhakkak onun suyundan isterim.
Dönüşte bir bidonda getiriyoruz istediğini, yatağının yanını eliyle göstererek:
-Şuraya koyun, diyor ve ardından getirdiğimiz sudan bir bardak istiyor.
Veriyoruz pamuk eline.
İlk yudumu yutarken gözlerini kapayıp derinlere, çok derinlere dalıyor...
DEDESİ BİLAL-İ HABEŞİ EFENDİMİZİN ‘AYAK UCUNA’ DEFNOLUNMUŞ
Urfa’nın klasik taş evleriyle kaplı Hekimdede mahallesinde doğduğu evi hatırlıyor. Hayatlı, gayet sade, hatta bacasından fakirlik tüten bir ev burası. Ermenilerden kalan metrukattanmış. İki ablası, iki de ağabeyiyle yaşıyor evde. Babası Mustafa, annesi Hanım. (Hanım aslen Amasyalı bir yetim kızı. Cihan Harbinde gelin gelmiş.) Aile Halfeti’den Birecik’e, oradan Urfa’ya göç etmiş. Aile dediysem, dedesi adıyla sanıyla Yusufpaşa Medresesi’nde Arabi ve Farisi müderrisi Abdurrahman Efendi’nın ailesi. Abdurrahman Efendi’ye 50 yaşlarındayken Hacca gitmek nasip olmuş lakin dönmek nasip olmamış. Hac kervanı Şam-ı Şerif’e vasıl olduğunda, söylenenler doğruysa, yedikleri deve kavurmasından bulaşan kolera yüzünden oracıkta vefat etmiş ve Bilal-i Habeşi efendimizin ‘ayak ucuna’ defnolunmuş. Bir keresinde –Hacca karadan gidilebildiği 80’lı yıllarda- Diyanet’in otobüsü Şam’da mola verdiğinde mezarını bulup ziyaret etmiş, Kur’an-ı Kerim okumuştu.
KISA ETEK NEDİR BİLMEZDİK OKULDA ETEKLERİMİZİ MAKASLA KESİP KISALTIRLARDI
Hatıralar sağanak yağmur halinde pıtır pıtır düşüyordu hafızasının kırışık zeminine.
Babası o devirde Urfa’da parmakla gösterilen idadi, yani lise mezunu (düşünün, Fransızcası bile var) amma çok çabuk kırılan bir mizaca sahip. Sık sık iş değiştiriyor bu yüzden. Sonradan çalışmayı da büsbütün bırakmış veya kendi ifadesine göre iş bulamamış. Kutulayemut geçinip gidiyorlardı işte. Yalnız bir hususiyeti var Mustafa Efendi’nin: parası-pulu, malı-mülkü, dükkânı-konağı olmasa da, çocuklarının kendisi gibi okumuş olmasını arzu ediyor, hatta o yılların bu mutaassıp taşra şehrindeki kalıpları epeyce zorlayan cinsten bir kararın altına imza atıyor, melek-sima kızını el alemin ne dediğini hiç umursamadan okutuyor. İlkokul, ortaokul ve nihayet Kız Enstitüsü. “Ne günlerdi” diye geçirdi içinden. “Kısa etek nedir bilmezdik. Okulda eteklerimizi makasla kesip kısaltırlardı. Utancımızdan başımız önde eve dönerdik.”
AİLE RİSALE-İ NURLARLA İRTİBAT KURMUŞTU
Derken Kız Enstitüsü’nü bitirdikten sonra öğretmen olmak için imtihana girip kazanmış ve tayini kendi şehrinde Cumhuriyet İlkokulu’na çıkmıştı. 1950’lerin sonları iki kardeşi, Nihat ve Servet’in o sırada Urfa’ya bizzat Bediüzzaman tarafından vazifeli olarak gönderilen Abdullah Yeğin ağabeyin derslerine devam ettikleri mesut demlerdi. Aile Risale-i Nurlarla böyle böyle irtibat kurmuştu. Ailece hayatlarının akışını tamamen değiştirecek nurlu bir bağ olacaktı bu dersler.
HALK BAŞÖRTÜLÜ ÖĞRETMENDEN GURUR DUYMUŞTU
Kapanmaya, tesettüre girmeye karar vermişti. Lisedeyken mecburen açıyordu ama öğretmenken örtecekti. Okul idaresi, Milli Eğitim Müdürü, hatta Emniyet Müdürü ile Vali Bey de haberdardı bundan. Şehrin dinine diyanetine bağlı atmosferinde bu müsaade fazla göze batmamış, hatta halk bundan gurur bile duymuştu. Okumuş bir kızları öğretmen çıkmış ve başını örterek öğretmenliğini ifa edebiliyordu. Ne kadar güzel. Öyleyse kendi kızları da bunu neden başaramasındı? Örnek oluyordu yaşadığı şehrin güzel gözlü kızlarına.
Bu sırada babasını kaybetmiş; genç kızın hayatında ilk gedik o gün açılmıştı. Lakin sonradan açılan gediklere ne seherlerin sığacağını asla tahmin edemezdi.
Heyecanla okula gidip geliyor, derslerini iştahla veriyor, maaşıyla evin geçimine katkıda bulunuyor, kitap da alabiliyor, okuyarak kendini geliştiriyordu. Güzel konuşuyor, derslerini akılda kalacak şekilde anlatıyor, enstitü mezunu ya, elinden biçki, dikiş vs. ev işleri de fevkalade geliyordu.
Evlenmeyi düşünmeye zamanı olmadı. Zamanın Urfa’sında bir öğretmen kızı kaldırabilecek pek az aile vardı. Böylece bekârlık onun kaderinin bir parçası olacaktı.
Okul… Ev… Okul… Kütüphane…
Kardeşleri Nihat ve Servet İstanbul’a üniversite okumaya gitmiş, ağabeyi PTT memuru Rafet de Cizre’ye tayin, daha doğrusu sürgün edilmişti. Bir tek dedelerinin adını taşıyan müzeci Abdurrahman ağabeyi kalmıştı yanlarında. Akciğer kanseri olan annesini de öğretmenliğe başlamadan kısa bir süre önce kaybetmiş, böylece ömründeki gediklerin çapı büyümüştü. Lakin onu öylesine gümrah bir nehir kucaklayacaktı ki, yalnız kendi zamanından değil, dünya zamanından da koparıp ahirete nurdan bir kanal olarak yıllarca akacaktı.
O zaman bilemezdi bunları elbette. Nereden akıl edecekti ki günün birinde önüne açılacağını leziz Kur’an sofralarının.
KIZLARIMIZIN İMANLARINI NASIL KURTARACAĞINI DÜŞÜNÜP DERTLENİYORDU
Gözlerini açtığında kendisine bakan bir çift göz gördü. Bu iri kahverengi gözleri tanıyordu. Babasının ismini taşıyordu çünkü. Bu yüzden ona her gördüğünde “Babam benim, babam” diye hasretle sarılmayı adet edinmişti. Elindeki su bardağı boşalmış gibiydi. Tekrar su istedi. Hafızasının dudakları kurumuştu. İçtiği su Eyüp Peygamber’in sabır toprağından misafir gelmişti ne de olsa. Kalbine şifa serinliğini serpiyordu her bir damlası. İkinci bardağı aldı pamuk eline, usul usul üç yudumda içti ve yüzünü bu defa arkasındaki pencereye çevirip her biri cihan değen hayallere daldı, gitti.
*
İşini çok seviyordu, öğrencilerini de. Okumayı ve okutmayı. Bir harf öğretenin kölesi olmayı ve olunmayı öğretiyordu aşkla. O tesirli anlatımlarıyla öğrencilerinin yalnızca beynini değil, kalbini de kazanıyor, onlara yeni Melahatlar olup kanatlanıp uçmanın yolunu yordamını belletiyordu. Hele ki kız çocuklarına… Belki üstleri başları pek temiz değil, halleri vakitleri şöyle böyle, cılız, arık yüzlü çocuklar bunlar, lakin bilgiyle buluştuklarında gözlerindeki çakmak taşlarını kıskandıran kıvılcımlar onu cezbeye kapılmışçasına sarhoş ediyordu. Öğretmek, daha çok öğretmek, bilginin daha kalitelisini vermek için çırpınıyor, teneffüslerde boş bir odada namazını eda ederken, sefertasını açıp Allah ne verdiyse yerken, Balıklı Göl’ün yanından geçip de Anzılha’nın serin şırıltısını işitirken yalnız bu şehrin insanına, daha doğrusu “insanımıza”, hususen de eğitimlerine fazla ehemmiyet verilmeyen kızlarımıza nasıl daha faydalı olabileceğini, imanlarını nasıl kurtaracağını ve İslamın güzelliklerini nasıl daha tesirli anlatabileceğini düşünüp dertleniyordu.
Bu hayal şelaleleri bir Milli Eğitim Müfettişinin okullarına gelmesiyle birden kuruyacak ve hayatının istikametini kendi tercihi olmaksızın değiştirecekti, hem de kökünden.
CUMHURİYETİ YIKACAK BAŞÖRTÜLÜ BİR KADIN!
Müfettiş okuldadır; koridorda başı örtülü bir kadın gözüne çarpar. “Kim bu kadın?” diye sorar refleksle. “Okulumuzun öğretmenlerinden Melahat Hanım” cevabını alınca tam manasıyla küplere biner. Ve hemen dersine girer. Öğretmenin sınıfta da başını açmadığını görünce gerekli notlarını alır ve bilahare meşum raporunu tanzim ederek Ankara’da Bakanlığa gönderir. Böyleyken böyle, Urfa’daki ilkokulda irtica kol geziyor, Cumhuriyeti yıkacak başörtülü bir kadın burada öğretmen sıfatıyla derslere başını açmadan giriyor, rejim elden gidiyor, estek köstek... Bu ispiyon üzerine hadise tetikçi basına da sızdırılıyor, malum gazeteler muhabir gönderip onun başörtülü fotoğraflarını çekiyor okula girip çıkarken. Haber haber üstüne servis ediliyor manşetlere. Savunacak gazete de yok ki Mehmet Şevket Eygi’nin Bugün’ünden başka. O da bir dereceye kadar.
Bir genç kızı devlet+basın alenen linç etmekle kalmıyor, hayatıyla da oynuyorlardı. “Olay kadın” olmuştur birdenbire. Skandal kendisine ait değildi. Herkes ondan bahsetmektedir ama örgütlü bir yapı olmayınca savunmalar da ahtan, vahtan öteye gitmemektedir.
Derken bir müfettiş daha gelir okula durumu yerinde incelemek için. Turgut Temel adlı Milli Eğitim müfettişi okulda karşılaştığı başörtülü hocaya elini uzatır ama eli havada kalır. Buna fena halde içerleyen Cumhuriyet gazetesi “O havada kalan el müfettişin eli değil, Milli Eğitim Bakanının elidir” diye provokasyona benzinle koşmaktan erinmez.
Kurdun dişine kan değmiştir bir kere. Kurban istemektedir. O zavallı kurban da kendisidir.
Bakanlık emrine alınır soruşturmanın selameti için. Nihayet korkulan darbe gelir: Öğretmenliğine son verilmiş ve bütün özlük hakları yakılmıştır. Evine kapanıp günlerce, haftalarca ağladığı anlar hiç mi hiç aklından çıkmayacaktır.
Hadise büyümüş, Vali, Emniyet Müdürü, bir Başkomiser, Kız Enstitüsü müdiresi, velhasıl onun başını örtmekten ibaret bu “irticaî” faaliyetine göz yuman ve arkasında duran kim varsa nakilleri çıkarılmıştı.
Bu daraldığı yıllarında kendisine kol kanat geren dindarlığıyla meşhur Urfa halkını, hususen onu savunan bir bildiri yayınlatıp MTTB'li gençler eliyle dağıttıran Şekerci Ahmet ile Urfa’da öğretmenlik yaparken kendisini savunan bir bildiri kaleme aldığı için iki yıl meslekten uzaklaştırma cezası verilen yazar Zübeyir Yetik’e minnettardı.
KABUL EDERSENİZ SİZİ KIZ KUR’AN KURSU HOCAMIZ YAPALIM
Derken günlerden bir gün kendisini kimsesiz, yapayalnız hissettiği o kederin derin kuyusundan çekilmiş kovalardan birindeyken evinin kapısı çalınır. “Kim o?” sorusuna mahcup ama güven telkin eden bir erkek sesi cevap verir: “Bacım, ben Urfa Müftüsü Halil Günenç.” (Bu zat, zamanımızın en güzide alimlerinden -Allah sağlıklı ömürler ihsan etsin- Halil Günenç hocadır.) Dul ablası Atiye Hanımla beraber kaldıkları eve gelen Halil Hoca kendisine “Bacım” diye hitap etmekte ve evlerine bir bahar ordusunun kumandanı edasıyla girmektedir.
Halil Hoca gözleri yerde, tane tane konuşur:
Bacım, olan oldu, biten bitti. Hepimiz çok üzüldük, kahrolduk. Lakin elimizden bir şey gelmedi. Keşke kararı düzeltme imkânımız olsaydı... Sizin de ne kadar üzüldüğünüzü tahmin ediyoruz ama üzülmek bir şey değiştirmez. Kendinizi helak etmekten başka bir işe de yaramaz. Üstadın dediği gibi “Beşer zulmeder, kader adalet eder.” Sizi bir teklifte bulunmak için rahatsız ettim. Kabul ederseniz sizi kız Kur’an Kursu hocamız yapalım!!!
O an titremişti, kalp kapakçığından saç tellerine dek. Kulaklarında uğuldamalar. Nehirler akıyor beyninde sağır edercesine. Ne diyor bu hoca efendi, kime diyor? Hem nasıl olacak? Urfa’da kız Kur’an kursu yok ki! Öğretmenlik, hocalık, okul, kurs, Kur’an, kitap, kızlar saniyede 24 kare halinde akıyor beyninden. Yani? Sadede gelmesini bekliyor Hocanın.
Halil hoca ise o nevi şahsına münhasır fakih sükuneti ile arkasında soruların dağ gibi biriktiği kapının anahtarı zarifçe çeviriyor:
Zaten Kur’an okumayı biliyorsunuz, sizi biraz çalıştırıp Kurs hocalığı imtihanına hazırlayalım. Ardından Ankara’ya götürüp Diyanet’te imtihana sokalım. İmtihanı başarıyla vereceğinize inanıyorum. Urfa’da ilk kız Kur’an kursu hocalığı size nasip olsun arzusundayım. Maruzatım bundan ibarettir, deyip yine teeddüben önüne bakmaya devam etti.
Sözün devri bitmiş, sükûtun hakimiyeti başlamıştı.
Maruzat, teklif, kabul etmemi mi bekliyorlar? Tabii, elbette, koşa koşa, canımı bile veririm bu iş için… diyemedi ama demek isteyip de diyemediklerini 35 yıl boyunca süren cansiperane gayretiyle cümle aleme ispatlayacaktı.
Denilenler oldu; artık hayatının gediklerini Rabbülâlemînin nurdan nehirleriyle doldurma zamanıydı.
*
Pencereden dışarısına dalan gözleri yaşarmıştı. Yüzünü odaya çevirirken belli etmemek için uğraştı ama nafile. Karşısındaki bir çift iri kahverengi göz ile bakıştı çaresiz. Onlar da taştı taşacak gibiydi.
Derin bir iç geçirdi. Sabah ezanları okunuyordu. Sahur yemeği hazırlamayı unutmuşlardı. “Babam” diye hitap ettiği yeğeni mutfağa koşup birkaç parça ekmek ile Urfa peyniri, bir de birkaç içli köfte bulmuştu dolapta. Apar topar atıştırdılar. Peynir susatmıştı. Yine Eyüp Peygamber’in makamından gelen sudan istedi. Bu defa büyük bir bardaktan iri bir yudum aldı. Müezzin yanık yanık okurken “Essalatu hayrun minennevm” diye o da tekrarladı. Dudaklarında dualar kıpır kıpır. Abdest almaya hazırlandığı, kollarını çemremesinden belliydi. Birden başını iki elinin arasına alıp ağlamaya başladı. Artık müezzinin sesi mi yoksa Bilal-i Habeşi’nin ayak ucuna defnedilen dedesinin yanık hatırası mıydı hatırına hücum eden. Bilinmez. Bilinen, yüzüne kapattığı yorgun ellerinden arşa kayıp giden dualardı.
150 TALEBE ÖNGÖRDÜKLERİ KURSA 850 ÖĞRENCİ KAYDETMEK ZORUNDA KALIYORLAR
Ne gündü yahu.
Hayatlı, taştan bir Urfa evini kiralamıştı müftülük. İlan etmişlerdi Pazartesi günü kayıt yapılacak diye. 150 kızı ancak alacaktı evde kurdukları düzen. Odaları ve hayatı ona göre düzmüşlerdi. Süngerler, hasırlar, kilimler… O kadar.
Kayıt için ilan edilen gün ve saatte evinden çıkıp yeni okuluna, Kur’an Kursuna gidiyor bu defa. O da ne? Kursun önü kıyamet gibi. İğne atsanız yere düşmeyecek. Birini mi vurmuşlar acaba? İlk tepkisi bu oluyor. Kalabalık dediyse kadınlar ve erkekler ile kız çocukları. Yara yara geçiyor kalabalığı. Kursun kapısına ulaşıyor. Merakı had safhada. Ne olmuş burada? Başka bir ihtimal gelmiyor aklına. Bir hadise olmuş muhakkak ki toplanmışlar. Urfalıların hayat dedikleri avluya giriyor. O da ne? Orası da tıklım tıklım. Nihayet ne olduğunu anlıyor. Urfa’da ilk kez bir kız Kur’an Kursu açıldığı için kızının elinden tutan koşmuş kayıt ettirmeye. 150 talebe öngördükleri kursa böylece 850 öğrenci kaydetmek zorunda kalıyorlar. ‘Kontenjan doldu’, diyorlar önce, ‘artık seneye gelirsiniz.’ Lakin kimsenin kızını geri götürmeye niyeti yoktur. “Kızımı alacaksınız” diyorlar da başka bir şey demiyorlar. Ayrılmıyorlar bir yere. “Kızımı yazdırmadan gitmem buradan” diyorlar da başka bir şey demiyorlar. Urfalı dediğin dinine sahip çıkar değil mi? Hem geri göndermenin vebali var. Çarnaçar kaydediyorlar hepsini.
İyi de, acemi bir Kurs hocası tek başına bu kadar talebeye nasıl yetişsin? Kendini paralıyor tabii. Odadan odaya, rahleden rahleye koşturarak nefes nefese verdiği dersleri bugün gibi hatırlıyor. Ayda bir terlik yırtılıyordu ayağımda, diyor. Daha bunun nefes tüketme kısmı var, kafayı salim tutma kısmı var, var oğlu var.
Lakin o koşturmaktan bitap düştüğü yatağında duvardaki kırmızı aplik lambasına bakarak uykuya daldığı günlerin sabahı dinç uyanıp işine yılmadan devam ediyordu. Neyse ki bir müddet sonra bazı talebeleri yetişti de, onları öbürlerinin başına oturttu, ders dinletti, böylece iyi kötü bir düzen oturtabildi. Asma yapraklarının gölgeleriyle süslediği o hayatta geçirdiği petekleri Kur’an sesleriyle dolu yılları, bizzat evlere giderek verdiği İslam ve Kur’an derslerini, bu arada Risale-i Nur halkaları oluşturmak için giriştiği mücadeleyi, sayısını kendisinin de unuttuğu Hacca gidiş gelişlerinde yaşadığı manevî lezzetleri, gün ağarıncaya kadar ağlayarak okuduğu kitapların sızısını vs. akıttı ellerine ve Besmele çekerek abdest almaya gitti.
*
Namazını kılarken rahatladı. Rabbiyle bir kere daha buluşmuştu. Seccadesini ve tespihini, cevşenini toplarken nihai buluşmanın güzelliklerini düşündü. İnşirah suresinden ayetler dilinden döküldü akpak tülbentinin çevresine.
“Senin kalbini açıp genişletmedik mi?
Belini büken yükünü üzerinden kaldırmadık mı?
Ve senin şanını yüceltmedik mi?
Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır.
Muhakkak her zorlukla beraber bir kolaylık vardır.”
Herkes uyumuştu. O da Ayetel Kürsi’ye okuyup elini yüzüne sürdü ve sessizce yatağına uzandı. Sağına dönüp sağ elini sağ yanağının altına koyduktan sonra uykuya daldı.
Odada uyumayan bir çift yaşlı kahverengi göz, onu izliyor, ziyadesiyle hüzünlü başlayıp tam bir ahiret şölenine dönüşen bu hayat hikâyesinin kıştan bahara uzanan destanı karşısında yaşlarını içine akıtıyordu. “Acaba öğretmenlikten attıranlar bu eylemleriyle onun ahiretine uzanacak gümrah bir nur nehrini gümüş renkli balıklarla doldurduklarını bilseler yine aynı icraata imza atarlar mıydı?” diye geçirdi aklından ve Cenab-ı Hakk’ın hikmetinden sual olunmaz diyerek göz çukurlarında birikmiş bulunan yaşları sildi.