1910 Yaz sonlarına doğru Birecik'i ziyaret etmeniz, Şama geçmek üzere bir şöyle bir uğrama değildi; bilhassa Emirdağ hayatınızda Urfa ve Urfalılara gösterdiğiniz fikri teveccühünüz, üzerinde yaşamaktan ve havasını solumaktan şeref duyduğum Urfa-Birecik mahalline, kendi dâvanız ve hakikat-ı Risale-i Nur diyerek, dâva içinde bürhan olduğunu iddia ettiğiniz eserlerinizin emin ellere teslimindeki rolünden olsa gerektir. Bu ziyaretinizle alakalı bilgilere yer vermeden önce, şimdi Şanlıurfaya bağlı bir ilçe olan şehri kaba hatlarıyla tarihçesini anlatmama izin veriniz.
Birecik Anadolunun prehistorik arkeolojisinde mühim bir yer işgal eder. Zira, 1894 yılında J.E. Gautierin Birecikte bulduğu eski taş-devrine ait bir alet, Birecik ve dolayısı ile Anadolunun tamamında ilk çağlardan beri insanların yaşayıp yerleştiğini ispatlamıştır. Bu demek oluyor ki, Birecikin tarihi tahminen insanlığın tarihiyle bir yaştadır. Bu sebeptendir ki, Birecikin tarihini belli bir devreden başlatmak yerine, tarihin önemli çağlarındaki durumuna göz atmak gerekmektedir.
Asurluların çivi yazıları zamanında Tilbursip adıyla anılan şehir, M.Ö. 9. Asırda Kuzey Suriye ve bitişiğindeki Mezopotamyada mevcut Arami Krallığının (Bitadini) başşehri olarak görülür.
Sonraları, Selefküsler devrinde şehre Zaugma adı verilmiş; karşıyakaya da Apemea isimli başka bir şehir kurulmuştur. Ancak müstahkem bir yapıya sahip olmaması yüzünden bu karşıyakadaki şehir, ortaçağda harap olmuştur.
Daha sonraları yarım asır kadar frankların elinde kalmıştır. 1144 yılında Bira (Birecik) kalesindeki Franklar, o zamanki Urfa Senyörünün emri altında, Musul Emiri Zenginin etrafa saldığı dehşet karşısında, şehir Mardin Artukoğullarına kendiliğinden teslim olmuştur. Bundan sonra bir süre de Bizanslıların eline geçen şehir, en fazla Müslüman hakimiyetinde kalmıştır. 13. Asırda zuhur eden Moğol istilası, bütün şarkı yerle bir ederken yalçın Birecik kalesi dimdik ayakta kalabilmiştir. Şehrin Osmanlılara geçişi 1516 yılında Yavuz Sultan Selim zamanındadır. Birecik bu tarihte Suriye ile birlikte Türklerin hakimiyetine girmiştir. Birecik birinci dünya harbinde Fransızların işgaline maruz kalmış, tahta topla düşmana karşı koymuş ve 10 temmuz 1920de düşman işgalinden kurtulmuştur.
Bu seyahatinizin hikâyesini talebe ve müştakınız Necmettin Şahiner şöyle anlatır:
Seyahatine devam eden Bediüzzaman, 1910 yılı yaz sonlarında Birecik'e gelir. O zaman Birecik Rüştiyesinde bir öğrenci olan Birecikli Halil Sıtkı Sözmen, Bediüzzaman'la ilgili bir hatırasını şöyle naklediyor:
"Üzerinde hırka denen bir elbise, başında siyah sarığı vardı. Hocamız ona çok ilgi ve saygı gösteriyordu. Hocamızla birlikte derse girdiler. Hoca Efendi tahtaya:
'Bugün mektebimize lebleri gülbâr gelir
Dili bülbül, yüzü gül, kâkûl-û gülnâr gelir'
mısralarını yazdı. Talebelere bunu açıklamalarını söyledi"
Herkesin îman mukabilinde ( karşılığında) bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ( saraylarla süslü) ve bâkî ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış. Eğer îman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyunluk ( maddecilik-materyalizm) taunuyla çoklar o dâvasını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşf ve tahkik ( kalp ehli ve hakikatperest veli), bir yerde kırk vefiyattan ( ölümden) yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta ( ölüm anında) müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?
İşte o dâvâyı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o dâvâyı kaybettirmeyen hârika bir dâvâ vekilini o işte çalıştıran vazifeleri bırakıp ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî malâyaniyat ile iştigal etmek ( geniş dairedeki dünya işleriyle uğraşmayı) tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risâle-i Nur şakirdleri, her birimizin yüz derece aklımız ziyade ( fazla) olsa da ancak bu vazifeye sarfetmek lâzımdır diye kanaatımız var. şeklinde buyurarak asıl meselenizin imanı kurtarma ve takviye etme olduğunu âleme ilan etmekte mühim merkezlerden birinin de Urfa ve havalisi olacağını gören vehbi ilminiz, Urfalı talebelerinizle hususi olarak ilgilenmeniz neticesini de getirmişti. Bunlardan Abdulkadir Badıllı, Emirdağda iken sizi ziyaretini şu şekilde anlatıyor:
"Mübarek elini öptüm. O âdet-i mübarekleri vechiyle ( mübarek adetleri yönüyle) beni kucaklayıp başımı öptü ve bütün Urfalılara selâm gönderdi. 'Ben her sabah Urfa'nın ahyâ ve emvatına dua ediyorum. Onlar da bana dua etsinler' dedi. Tam ayrılıyordum dediler ki: 'Eğer Şarkta Hulusî Beyle Muhammed Kayalar olmasaydı, ben Şarka gelmeye mecbur olurdum. Fakat onlar benim Şarkta vekillerimdirler. Onun için şimdilik gelmeyeceğim. Neyse... ' Ayrıldık. Diğer ağabeylerle de vedalaşarak Urfa'ya revan olduk.
"Urfa'ya geldiğimde teksir makinesiyle bazı şeyler yazmaya çalıştık. O sırada Abdullah Ağabey askere gitti. Askerliğini bitirdi. Yine Urfa'ya döndü. Bu defa Hüsnü Ağabey asker oldu ve artık Üstadın hizmetinde kaldı.
Urfa ve çevresi için bir diğer beyanınız da şöyleydi:
Ben çok zaman evvel bekliyordum ki Urfa tarafından Nurlara karşı kuvvetli eller sahip çıksın. Çünki orası hem Anadolu'nun, hem Arabistan'ın, hem Şark'ın bir nevi merkezi hükmündedir. Nurlar orada yerleşse o üç memlekette intişarına (yayılmasına ve kabulüne) vesile olur. Cenâb-ı Hakk'a hadsiz şükürler ediyorum ki: O havalinin dindarları ve hamiyetkârları sahip çıkmağa başladılar. Ben de kendi paramla aldığım ve zehir hastalığının fazla rahatsızlığı içinde tashih ettiğim bana mahsus bir kısım mecmualarımı onlara gönderiyorum. Çok yerlerden ve çok mühim zatlar istedikleri halde ben Urfa'yı her yere tercih ediyorum, Urfa medrese-i Nuriyesine veriyorum. İnşâallah bir kısım daha onlara göndereceğim. Orada inşâallah Kur'an'a ve îmana tam hizmet edecek. Orayı Isparta'daki Medreset-üz-Zehra ve Mısır'daki Câmi-ül-Ezher'in küçük bir nümunesi hâline getirmeğe vesile olmağa ve Şam ve Bağdat'taki medrese-i İslâmiyenin bir nümunesini yapmağa yol açmalarını rahmet-i İlâhiyyeden ümid ediyoruz.
Hem mâdem diye de günümüze ve bize seslenmeye devam ettiniz; Risale-i Nur'un mesleği hıllettir. Ve Urfa ise, İbrahim Halîlullah'ın (A.S.) bir menzilidir. İnşâallah bu meslek-i hıllet-i İbrahimiyye orada parlayacaktır.
Hem ihtimal-i kavîdir ki; bu dehşetli, semli hastalıktan kurtulsam, gelecek kışta Urfa'ya gitmeyi cidden arzu ediyorum.
Bütün Urfa halkına, çoluk ve çocuğuna ve mezarda yatanlarına her sabah dua ediyorum. Ve bütün Urfalılara selâm ediyorum. Urfa taşıyla, toprağıyla mübarektir. Ben çok hastayım. Onlar da bana dua etsinler.
Not: Üstad-ı Azam Bediüzzaman Said Nursi (RA)nin vefat ya da şehadet-inin 49. sene-i devriyesinde bütün muhiblerine taziye, merhuma da rahmet diliyorum. Allah Onun ve Mürşid-i hakikisi olan Kuran-ı Kerim ve Resul-ü Ekremin (ASM) şefaatından bizleri ve sizleri mahrum etmesin.