Seyyidler tarihin birçok döneminde siyasî kaygılarla zulme uğradılar. Emevîler döneminde uğradıkları katliamları, amca oğulları sayılan Abbasîler dönemindeki sürgünler ve suikastlar takip etti. Türkiye topraklarında yaşayan seyyidlerin büyük bölümü, Abbasîlerin baskılarından kaçarak Doğu Anadolu'nun sarp dağlarına sığınan ailelerden oluşmaktaydı. Denilebilir ki seyyidlerin en çok hürmet gördüğü dönem, Osmanlı Devletinin hükümran olduğu zamandı. (Siyasî bir taleplerinin bulunmayışı, uzun süre devlet nezdindeki itibarlarını devam ettirdi.) Bu dönemde kurulan "nakıbü'l-eşraflık" teşkilâtıyla seyyidlerin kaydedildiği defterler tutulmuş, savaş gelirlerinden kendilerine ayrılan hisselerini düzenli olarak almışlardı.
Devlet-i Âliyye’nin ortadan kalkmasıyla birlikte yeni bir kargaşa dönemi başladı. Çok hicretlere, işgallere ve göçlere maruz kalan Anadolu'da nesiller birbirine karışmış, seyyidlik iddiaları bu isimle meşhur olmuş birkaç büyük aileye münhasır kalmıştı.
Anadolu'da nesiller öylesine birbirine karıştı ki Bediüzzaman'm dediği gibi ancak "levh-i mahfuz açılsa" gerçek nesiller bilinebilirdi.
Osmanlı döneminde tutulan kayıtların büyük bölümü, bilinen bazı sebeplerden dolayı ortadan kayboldular.
Bu durumda bir kişinin seyyidliği ya tarihî bir kaydın bulunması ya da itimada şayan insanların bu konuda kanaat belirtmesiyle mümkün olabilir.
İmam Nursî, elinde tarihî bir vesika bulunmadığı için, yazılı olarak kendisinin seyyidliğinden bahsetmemiştir. O, hakikî ihlâsı muhafaza etmek için kendisini hizmetkâr bilmiş, yakın talebelerinin ona isnat ettiği manevî makamları kabul etmemiş, bu makamların Risale-i Nur'a ait olduğu üzerinde ısrarla durmuştur.
Ancak kendilerine itimat edilir birinci dereceden talebelerine bu konuda çeşitli tarihlerde beyanı vardır. İmam Nursî’den bu konuda nakillerde bulunan talebelerinin ifadeleri:
"Hulusi Ağabeyin selâmlarını, hürmetlerini söyledim. Yanımızda bulunan Mustafa Acet'le Mehmed Çalışkan'ı dışarı çıkarttı. 'Ben yüz binlerce seyyid beklerken sen geldin.' dedi. Ben kendilerinin seyyid olup olmadıklarını sordum. 'Annem. Hüseynî, babam Hasenîdir.' dedi, sonra da, 'Ben de seyyid sayılır mıyım?' diye tebessümle sordu. Ben de, 'Hem de çift taraftan seyyidsiniz!' dedim." Salih Özcan (Hz. Peygamber'in neslinden, Urfa), Nur 10.
"Ziyaretlerimden birisinde Salih Özcan da bulunuyordu. Üstad ona, 'Kardeşim Salih! Sen hakikî seyyidsin. Nuriye de seyyid, Mirza da seyyiddir.' buyurdu."
'"Peki Üstadım, siz beni sordunuz, ben de söyledim. Peki sizin aslınız ve şecereniz nereye dayanıyor?' diye sordum. Bana şu cevabı verdi:
'"Benim annem, evlâd-ı Resul'dendir. Annem Nuriye Hanım, Hz. Hasan'a dayanmaktadır. Babam ise oranın yerlisidir." Hüseyin Aksu (ilk dönem milletvekillerinden, Erzincan), Şahiner, 1/236.
"Bir gün Osman Çalışkan kendi kendine konuşuyor, 'Üstad'a veli dediler, kabul etmedi; Mehdî dediler, yine kabul etmedi. Bu risaleleri nasıl yazıyor, Kürt'ten de olur mu bu?' diyor.
"Hz. Yakub'un (a.s.) 'Bizim hâlimiz şimşekler gibidir; bazen ayağımızın üzerini bile göremeyiz, bazen de kâinatı temaşa ederiz.' diye buyurduğu gibi, Allah bildirince her şeyi biliyorlar. Osman Çalışkan, Üstad'ın yanına gelince, Üstad kendisine, 'Kardaşım, ben seyyidim.' dedi. Daha sonra zamanın iman kurtarma zamanı olduğunu, tarikat zamanı olmadığını izah etti. 'Eğer imam Rabbanî de bu zamanda gelseydi, bütün himmetini imanı kurtarmaya sarf ederdi. Bir imanın inkişafı binler kerametlere tercih edilir. Tarikatsız Cennet'e gidilir, fakat imansız Cennet'e gidilmez.' buyurdu."
Hulusi Ağabey anlatmıştı:
"Bir defa Üstad'ı ziyaretimde, bir münasebetle, 'Kardeşim, sen de ben de sadattanız.' demişlerdi. Ancak sair zamanlardaki ziyaretlerimde defalarca 'Kardeşim! Hakaik, lisan-ı maderzadım olan Kürtçe olarak kalbime gelir. Sonra ben Arapça veya Türkçe’ye çevirerek yazarım.' buyurduklarını işittim." Şeydi Koçak (Emirdağ), Şahiner, 4/176. Mufassal, s. 50.
"Bir defa merhum Ahmed Feyzi Kul Efendi, Emirdağ'a gelmişti. Sohbet etti. Üstadımızın büyük evsafını, yüce makamlarını, riyazi ve cifrî tevafuklarla açıklıyordu. Biraderim Osman Çalışkan'ın kalbine gelir ki: 'Biz Üstadımızı Kürt olarak biliyoruz. Ahmed Feyzi Efendi’nin anlattığı büyük müceddit ise, Âl-i Beyt-i Nebeviden olacaktır.' Bu kalbî muhasebeden az sonra Üstad Hazretleri, Osman Çalışkan'ı yanına çağırır. Üstad, 'Kardeşim, ben hem Hasanîyim, hem de Hüseynîyim ve Ahmed Fevzi'nin bütün söylediğini kabul ediyorum. Haydi git!' der." Mehmed Çalışkan (Emirdağ), Mufassal, s. 50.
Yukarıdaki ifadelerden, Üstad'ın kendini ehlibeytten bildiği, ancak bunu yazılarında ifade etmediği anlaşılmaktadır.
Risale-i Nur'da doğrudan olmamakla birlikte Üstad'ın ehlibeytten olduğunu ima eden satırlar da vardır. Bunlardan birinde Üstad şöyle der:
"Gerçi manen ben Hz. Ali'nin (r.a.) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed (a.s.m.) bir manada hakikî Nur şakirtlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beyt'ten sayılabilirim” (Emirdağ Lahikası, 1/267. Lem'alar, s. 22.)
Üstad Bediüzzaman, şahısların ve manevî makamların etrafında toplanan insanların beklenmedik bir sebeple dağıtılabileceğine -şahsı çürütmek ya da o makamın bir kusurunu göstermek gibi- işaret eder.
Risale-i Nurların ifade ettikleri hakikat, Kur’an-ı Kerim’e bağlandığı için Arş-ı azamdan uzanan bu halatları hiçbir gücün koparamayacağına dikkat çeker. Bu durumda bir şahsın ya da makamın etrafında değil Kur’an hakikatları etrafında toplanmanın önemini ders verir. Ayrıca kendini bir Üstad olarak değil, Nur talebelerinin bir ders arkadaşı olarak görür.
Öyleyse geriye makamlar ve isimler etrafında tartışmayı bırakıp Risale-i Nurların özüne doğru ruh yolculuğuna devam etmek kalıyor sanırım!
ACI BİR HATIRA
Bu konuda bir kusurumu anlatmazsam bahis eksik kalır.
Hayatımın en acı günlerinden biriydi. Kader-i ilahî büyük bir imtihana tabi tutmuştu. “es- Sabru Sadmetü’l- ûlâ” sabır ilk vuruştadır buyuran Alemin Efendisi sığınağımızdı. Bir teselli, bir umut ricasıyla yolumuz Senirkent’e kadar uzandı. Merhum ağabeyimiz Ali İhsan Tola, bize ikramda bulundu. Kırmızı domates üzerine zeytinyağı dökmeden yenilmeyeceğini bu sırada öğrendim! Kadere teslim olmaktan başka çare yoktu.
Sofrada Ali İhsan Ağabey, bir emanetten söz etti. Hülasası şöyleydi:
“Kardeşim Üstadımız bana seyyid olduğunu gösteren şecereyi verdi. “Bunu ben vefat ettikten sonra yayınlarsın” buyurdu. İki defa yayınlamaya niyet ettim. Askerî ihtilal oldu geri kaldı. Bunu ben sana vereyim sen yayınlarsın” dedi.
Bir saat kadar oturduktan sonra kalktık. Ben o anda istemeyi edebe aykırı gördüğüm için sustum. Ama kendisi de kalkıp şecereyi vermedi. Daha sonra verecek her halde diye düşündüm! Ayrılırken kendi ailesi ile ilgili bir ayrıntı konusunda yardımcı olmamı istedi. Senirkent’ten ayrıldık.
Olayın üzerinden 6-7 yıl geçti. Ben bu gün giderim, yarın giderim derken, Onlar ahirete gitti. Olayı ihmal ettiğim ortadaydı. Ama altında ezildiğim yükün ağırlığı hemen toparlanmama fırsat vermeyecek kadar fazlaydı. Bu bahsi esasen bir özür beyanı olarak yazıyorum. Yoksa acınmak gibi bir maksadım yok. Ayrıca bu şecereye sahip olanlar bunu bir vasiyet sayar da lütfederlerse dostlarla bu sütunda paylaşma imkanına kavuşma umudu sözü bu noktaya getirdi.
Hayır Allah’ın dilediğindedir. Kusurlar nefsimize güzellik ve şerefler Kur’an hadimlerine aittir.
Ramazan Balcı