Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “Şualar” isimli eserin “Marifetullan ve Tevhit” dersini en güzel şekilde ehl-i küfür ve inkâra da ders verdiği 7. Şuası olan “Ayetü’l-Kübra” Risalesinin “Berahin-i Tevhidiyeye Dair” olan ikinci kısmında İmam-ı Rabbani Hazretlerinin talebelerine ders verirken “Bütün tarikatların en mühim neticesi hakaık-ı imaniyenin inkişafıdır. Bir tek mesele-i imaniyenin vuzuh ile inkişafı, bin kerâmata ve ezvaka müreccahtır” dediğini belirtir. Ayrıca “Mütekellimînden ve İlm-i Kelam Ulemasından birisi gelecek hakaik-i imaniye ve islâmiyeyi delâil-i akliye ile kemal-i vuzuhla ispat edecek” dediğini nakleder. (Şualar, 2005, s.264)
Din demek iman ve ibadet demektir. İman vahye şeksiz şüphesiz inanmak, ibadet ise peygamberin (sav) ibadet hayatını ve ahlakını örnek almak ve onun yaptığını yapmaktır. Dini özel hayata ve sosyal hayata hâkim kılmak ancak peygamberin sünnetini ihya etmekle mümkündür. Bu nedenle mücedditler dini ihya için sünnetleri ihya etmeye çalışmışlar ve başarılı olmuşlardır. Her sünnet bir bid’atı ve yanlışlığı ortadan kaldırır. İmam-ı Rabbani hazretleri de “Tarikat Adabı” adı altında dine sokuşturulan bidatları ve yanlışları ortadan kaldırmak ve onların yerine sünnetleri ikame etmek için gayret göstemiş ve bu konuda başarılı da olmuştur.
İmam-ı Rabbanî hazretleri şöyle der: “Sünnet ile bidat, birbirlerinin zıddıdır, tersidir. Birinin bulunduğu yerde, ikincisi bulunamaz, gider. Birini diriltmek, ötekini yok etmekdir. Sünneti diriltmek, bidati yok eder. Bidati diriltmek de, sünneti yok eder. İster hasene, yanî güzel desinler, ister seyyie, çirkin desinler, her bidat, sünneti yok eder. Belki, bir bakımdan güzel denilmiş olabilir. Hiçbir bidatin kendisi güzel olamaz. Çünki Allahü teâlâ, sünnetlerin hepsini beğenir. Sünnetlerin zıddı ise, şeytânın beğendiği şeylerdir. Bugün, bidatler, her yere yayılmış olduğundan, bu sözümüz çok kimseye ağır gelir. Fekat, âhıretde, hangimizin doğru olduğunu anlıyacaklardır.
Mehdi geldiği zaman dini yayarken sünnetleri diriltmeye çalışacak ve bidatlala amel işlemeye alışanlar ve bidatları güzel sandığı ve ibadet bildiği için Medinedeki âlimler de Mehdi için ‘Bu bizim dinimizi yok etti ve milletimizi yok etti’ diye karşı çıkacaklardır. Mehdi ise bu âlimleri öldürecek ve onların güzel sandığı bidatların çirkinliğini, sünnetin önemini ortaya koyacaktır. Bu Allah’ın bir nimetidir.” (Rabbani, Mektubat, 1:255. Mektup)
İmam-ı Rabbanî’nin bu ifadelerinden Mehdi’nin bidatçı âlimleri öldürteceği anlaşılmaktadır. Ancak bu zamanda bilhassa din âlimini bid’atçı diye öldürmek kabul edilemez bir durumdur. Ayrıca sünnete ve şeriate de aykırıdır. Hadise göre bir insanın ‘kısas, recim ve irtidat’ halleri dışında öldürülmesine fetva verilemez. Dolayısıyla Mehdi bid’atları ilmi ile ölüdürüp sünnetleri yine ilmi ile ihya edecektir. Bid’atkar ulemayı da ilmi ile ilzam ve iskat ederek manen öldürecek ve Müslümanlar üzerindeki imtiyazlarını ve etkilerini yok edecektir. İmam-ı Rabbani hazrelerinin anlatmak istediği husus budur.
İmam-ı Rabbani hazretleri “Tarik-i Nakşide iki kanatla sülûk edilir. Yani, hakaik-i imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve ferâiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa o yolda gidilmez.” (Bediüzzaman, Mektubat, 2005, 5. Mektup, s.40) demektedir. Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “Tarik-i Nakşî’nin üç perdesi var. Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbani de (ra) âhir zamanında ona sülûk etmiştir. İkincisi, Feraiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyyeye tarikat perdesi altında hizmettir. Üçüncüsü, Tasavvuf yoluyla emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalp ayağı ile sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vacip, üçüncüsü ise sünnet hükmündedir” (Mektubat, 5. Mektup, s. 40-41) buyurarak Nakşi Tarikatının esaslarını özetlemiştir.
İmam-ı Rabbani bu hususları Mektubat’ında şöyle anlatır: “Farz, vacip ve sünnet olan ibadetler hep âlem-i halktan olan ceset ile yapılmaktadır. Âlem-i emr ile ilgili olanlar nâfilelerdir. Nafilelerin kıymeti farzların yanında hiç kalır. Okyanusun yanında bir damla su gibidir. Nafilelerin değeri sünnet olan ibadetlerin yanında da böyledir. Sünnet de farzların yanında okyanustan bir damla gibi değersiz kalır. Çok kimseler bunu bilmedikleri için farzları bırakıp nafilelerin yayılmasına çalışıyorlar. Cahil sofiler de zikre ve fikre sarılıp farzları ve sünnetleri yapmada gevşek davranıyorlar. Kırk gün çile çekip riyazet yapacağız diye Cuma namazına ve cemaatle namaza gitmiyorlar. Hâlbuki farz namazı cemaatle kılmak, onların binlerce defa kırk gün çektikleri çilelerden daha kıymetli olduğunu bilmiyorlar. Cahil hocalar nâfilelerin yayılmasına hizmet edip farzların ve sünnetlerin terkine sebep oluyorlar. Hâlbuki farzları ve sünnetleri tam olarak yaptıktan sonra islamın edeplerini gözetmek şartı ile zikir ve fikir insana fayda verir ve çok kıymetli olur. (Rabbanî, Mektubat, 1:260. Mektup)
Mü’min farzları ve sünnetleri yapma ve haramlardan sakınma oranında imanda terakki ve tekâmül eder. Sahabe-i Kiram bu yolla Allah’a yakınlık kazanmışlardır. Tabiin ve Tebe-i Tabiînin de yolu ve sünneti budur. Bundan sonra Müslümanlar farzları ihmal, sünnetleri terk ederek ve haramlara helal diyerek işlemeyi meşru görerek dinden uzaklaşacaklardır ve dinden uzaklaşma zaten budur. Bunun başlıca sebebi de iman konusundaki zafiyettir. Nübüvvetin yolu da Allah’ın farzlarını yapmak, Allah’ın emirlerini sünnete uygun ifa etmek, yani sünnetleri ihya etmek ve haramlardan kesinlikle kaçmak şeklindedir. Velayetin diğer makamları ve nafileler ancak bunların zıllı, yani gölgesi ve mütemmimidir. Asıl olmayınca elbette gölge de olmaz, ancak hakikati olmayan serap olur, insanı aldatmaktan başka şeye yaramaz. İşte Hz. Mehdi geldiği zaman sahabeler gibi imana hizmet eder, farzlara ve sünnetlere hizmet eder ve dini yeniden ihya eder. İmam-ı Rabbani hazretleri 260. Mektupta bu hususları açıklığa kavuşturur.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri de “Telvihat-ı Tis’a” namındaki eserinde İmam-ı Rabbani’nin de belirttiği hususlara dikkat çekerek tarikata girenlerin düşecekleri vartaları gösterip kurtuluş çarelerini farzları yapmak, haramdan kaçmak ve sünnet-i seniyyeye elinden geldiği kadar uymak olduğunu izah etmektedir. “İmam-ı Gazali ve İmam-ı Rabbani gibi muhakkikîn-i ehl-i tarikat derler ki, bir tek sünnet-i seniyyeye ittiba noktasında hâsıl olan makbuliyet, yüz adab ve nevâfil-i hususiyeden gelemez. Bir farz bin sünnete müreccah olduğu gibi, bir sünnet-i seniyye dahi, bin adâb-ı tasavvufa müreccahtır demişlerdir.” (Mektubat, 770)
İmam-ı Rabbani hazretleri bu farzların önemini ve sünnetin değerini izah ettikten sonra namaz ibadetinin kıymetini ve kemâlatını anlattığı 261. Mektubunda ahir zamanda Mehdi’nin imana ve dine yapacağı hizmetin önemini vurgular. Peygamberimizin (sav) “Ümmetimin başı mı sonu mu daha iyidir bilinmez” ve “Bu ümmetin en iyileri başında ve sonunda gelenlerdir. Ortası ise bulanıktır” “İslam dini garip başladı, sonu da garip olacaktır; ne mutlu o gariplere” hadislerini naklederek Mehdinin yapacağı hizmeti alkışlar. (Rabbani, Mektubat, 1:261. Mektup)
İmam-ı Rabbanî hazretleri insanın kurtuluşa ermesi için her şeyden önce itikadını “Ehl-i Sünnet” itikadına göre düzeltmesi gerektiğini belirtir. Uhrevi necat ve ebedi saadetin ancak fırka-i nâciye olan “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” inancı olduğunu, bu inanca muhalefetin öldürücü zehir ve ebedî azaba vesile olduğunu izah eder. Kötü itikadın bu inanca muhalefet olduğunu söyler. “Allah kendisine şirk koşanı affetmez bunun dışında dilediğini affeder” (Nisa, 4:48) ayetinde belirtilen şirkin “Ehl-i Sünnet” itikadına muhalefet olduğunu söyler. (Rabbani, Mektubat, 2:380. Mektup)
İmam-ı Rabbanî’nin açıkladığı “Ehl-i Sünnet” itikadını Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatına aklî ve ilmî delillerle izah ve hakkaniyetin ispat eder. Risale-i Nur’un değeri de buradadır. “Hakaık-ı imaniyeye sağlam bir surette itikat etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal etmekle” kurtuluş mümkün olur. İmam-ı Rabbani hazretleri Mektubatında demiş ki: “Hakaik-ı imaniyeden bir meselenin inkişafını, binler ezvak ve mevacid ve keramata tercih ederim. Bütün tariklerin nokta-i müntehası hakaık-ı imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır” (Bediüzzaman, Mektubat, 40)
Daha sonra Bediüzzaman şöyle buyurur: “Madem hakikiat böyledir; ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdulkadir Geylânî (ra) ve Şâh-ı Nakşibend (ra) ve İmam-ı Rabbani (ra) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini hakaık-ı imaniyenin ve akaid-i islâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez; fakat tasavvufsuz cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-ı islamiye gıdadır” (Bediüzzaman, Mektubat, 41) buyurarak imanı zayıf bu zamanda Müslümanların ve tüm insanlığın imana ve hakaık-ı islamiyeye ihtiyacı olduğunu belirtir.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri başta imam-ı Rabbani’nin müjde verdiği gibi “Hakak-ı İmaniyeyi ve İslamiyeyi aklî ve mantıkî delillerle ilmen izan ve ispat eden ve ilm-i kelam ulemasından gelceği beklenen zattır” ve Risale-i Nur eserleri de onun Tevhid ve Marifetullah konusundaki bilgisinin delildir. Böyle bir zat ve eser bu zamana kadar yazılanların en mükemmelidir. Buna eski âlimleri ve eserlerini okuyan ve Risale-i Nurları da okuyarak kıyaslayan âlimlerin tümü şahittir. Okumayanların ve taklidi surette konuşanların bu konudaki sözlerinin bir değeri yoktur.
Konuya devam edeceğiz…