İmam-ı Rabbani hazretleri “Ehl-i Sünnet itikadını” çeşitli mektuplarında anlattığı gibi Mektubatın 2. Cildinde 380 nolu mektubunda da geniş bir şekilde yeniden anlatır. Çünkü dünya ve ahret saadetinin membaı imandır ve imanın doğru ifadesi ve şekli “Ehl-i Sünnet” itikadıdır. Her türlü yanlış inanç “Ehl-i Sünnet” inancından sapmadır. İnanç ve itikat bozuk olursa ibadet ve amel fayda vermez. Bilhassa Allah’ın sıfatlarında hata etmek kişiyi şirke, şirk ise dalalete götürür. Dalalet hak ve istikamet yolundan ayrılmak demektir. Ehl-i Sünnet dışındaki mezheplerin yanıldıkları husus budur. Mutezile’nin “Kul fiilinin hâlıkıdır” demesi, Cebriye’nin “Kaderi” inkâr etmesi hep Allah’ı bilmemekten ve sıfatlarında hata etmekten kaynaklanır. Keza Şia’nın yanlışı da “Nübüvvet” meselesini tam olarak anlamamasından kaynaklanmaktadır. Felsefeciler de bozuk akıllarına sığmayan meseleleri anlamadıklarından itiraz ederek kendi akıllarına göre anlamaya çalıştıkları için hakikatten uzaklaşmaktadırlar.
Bu sebeplerden dolayı Mücedditler ve bilhassa İmam-ı Rabbani hazretleri mü’minlerin itikatlarını düzeltmekle işe başlamışlardır. Mektuplarından pek çoğu “Ehl-i Sünnet” itikadını anlatmakta ve öncelikli olarak imana ait bilgileri düzeltmeye çalışmaktadır. Zira itikadı bozuk olanın düşüncesi bozuk olur ve düşüncesi bozuk olanın davranışı ve ameli bozuk olur. İman düşünceye, düşünce ise ibadete ve ahlaka etki eder. İmanı sahih ve sağlam olanın ise düşüncesi doğru ve ameli doğru ahlakı da istikamet üzere olur.
İmam-ı Rabbani “ehl-i sünnet” itikadını anlattığı 2:380 nolu mektubunda “Allah şirki affetmez, bunun dışında dilediği günahı affeder” (Nisa, 4.48) ayetini izah etmek amacı ile başladığı için bu ayeti mektubun başına yazmıştır. Son kısmında ise Muhbir-i Sadık Resulullah’ın (sav) Deccal ve Mehdi hakkındaki hadislerini nakleder. Kıyametin alameti olarak peygamberimizin (sav) haber verdiği en büyük alametler “Deccalın çıkması, Ye’cüc ve Mecücün zuhuru ve Mehdinin gelmesi ve Hz. İsa’nın nüzulüdür.”
Deccal gelmeden mehdi gelmeyeceği bir gerçektir. Deccal gelerek dini ve “Şeriat-ı Ahmediyeyi” ortadan kaldırmaya çalışacaktır ki, Mehdi gelerek onun tahribatını tamir etsin, fitne ve fesadını ortadan kaldırsın ve davasını iptal ederek şeriatın hakkaniyetini ispat etsin. Nitekim Hindistan’da Ekber Şah İslam şeriatının ahkâmını kaldırarak yerine kendisine göre bir din uydurmaya çalışmıştı. İmam-ı Rabbani onun hışmına uğrayarak hapse girmiştir. İmam-ı Rabbani hazretleri yeniden dini ve “Şeriat-ı Ahmediye”yi ve “Sünnet-i Seniyyeyi” ihya etme mücadelesi verdi ve başarılı da oldu. Aynı şekilde deccal gelerek dini tahrip etmeden Mehdi gelip düzeltecek değildir. Bu nedenle Deccalı tanımadan Mehdi’yi tanımak mümkün değildir. Nitekim İmam-ı Rabbani (ra) da 381. Mektubunda peygamberimizin (sav) “Küfür her tarafı istila edip hükmü her yana yayılmadıkça Mehdi zuhur etmez” hadisini nakleder. Yine 258. Mektubunda da Mehdinin fitnelerin zuhur ettiği zaman geleceğini söyler. Dinde fitne ise küfür ve inkâra dayanan sapıklıktır. Çünkü bütün kötülüklerin kaynağı şirk ve küfürdür.
İmam-ı Rabbani’nin naklettiğine göre hadis-i şerifte “Mehdi çıkacaktır. Başının üstünde bir parça bulut olacaktır. Orada bir melek bulunacak ve “Bu şahıs Mehdi’dir, kendisine tabi olun” diyecektir. (Rabbani, Mektubat, 2:380. Mektup) Bu hadis-i şerif hadisin müteşabihat kısmındandır. Anlaşılması için te’vil ve tefsir gerekmektedir. Zira müteşabih olmazsa o zaman hakikat-ı hale muvafık olmaz, teklifin ve imtihanın hilafına bir durum olur. Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi “İman ve teklif, ihtiyar dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka olduğundan, perdeli ve derin ve tetkik ve tecrübeye muhtaç olan nazarî meseleleri elbette bedihî olmaz. Ve herkes ister istemez tasdik edecek derecede zarurî olmaz. Tâ ki, Ebu Bekir'ler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehil'ler esfel-i sâfilîne düşsünler. İhtiyar kalmazsa teklif olamaz. Ve bu sır ve hikmet içindir ki, mucizeler seyrek ve nâdir verilir. Hem dâr-ı teklifte gözle görünecek olan alâmet-i kıyamet ve eşrât-ı saat, bir kısım müteşabihat-ı Kur'âniye gibi kapalı ve tevilli oluyor. Yalnız, güneşin mağripten çıkması bedahet derecesinde herkesi tasdike mecbur ettiğinden, tevbe kapısı kapanır, daha tevbe ve iman makbul olmaz. Çünkü, Ebu Bekir'ler Ebu Cehil'ler ile tasdikte beraber olurlar. (Bediüzzaman, Şualar, 1994, Beşinci Şua, s.498)
Madem hakikat budur “Mehdi’nin üzerinde bulutun olması ve ondan bu Mehdi’dir diye bir meleğin nida etmesi”nin anlamı Mehdi’nin “İlâhî ilhama mazhar olması ve ispat ettiği hakaık-ı Kur’âniyenin Kur’ân-ı Kerimin bir tefsiri olarak manevi bir desteğe sahip olması” anlamında olması gerekir. İlham eseri yazdığı eserlerini okuyanlar, eserlerini okuyarak imanı kazananlar ve şüphelerinin giderildiğini görenler, “İşte bu Mehdi’dir” kanaatine ulaşacaklardır.
İmam-ı Rabbani daha sonra “Yeryüzüne iki mü’min iki kâfir hâkim olacaktır. Mü’min olanlar Zülkarneyn ve Süleyman (as) kâfirler ise Nemrut ve Buhtunnasr’dır. Beşinci olarak ehl-i beytimden biri, yani Mehdi sahip olacaktır” hadisini nakleder. Bu hadiste de Mehdi’nin hâkimiyeti anlatılmaktadır. Zülkarneyn, Süleyman (as) ve Nemrut ve Buhtunnasr birer devlet başkanı ve komutan oldukları ve asker gücü ile yeryüzüne hâkim oldukları tarihi bir gerçektir. Bu nedenle İslam bilginleri Mehdi’nin de bir devlet başkanı ve askeri bir komutan olarak geleceği beklentisi içindedirler.
Ahir zamanda bu beklenti tersine vuku bulduğu için beklenin aksine bir durum ortaya çıkmaktadır. Bu da “Mehdinin hâkimiyeti” noktasında bir te’vil ve tefsir gerektirmektedir ki o da İmam-ı Rabbani hazretlerinin de dikkatimizi çekmiş olduğu Mehdi’nin “İlim” vasfıdır. Bu durumda Mehdi’nin hâkimiyeti “manevi ve ilmî” olmasıdır. Mehdi yazdığı eserleri ve Kur’ana dayanan ilmi ile kalplere ve gönüllere imanı hâkim kılacağı için onun hâkimiyeti yeryüzüne “İmanın ve islamın” hâkimiyeti şeklinde olacaktır. Nitekim peygamberimizin (sav) yeryüzüne hâkimiyeti elbette imanın ve sünnetinin hâkimiyeti şeklinde olup gerçek hâkimiyettir. Mehdi de “Şeriat-ı Ahmediye”nin hâkimiyetini sağlayacağı için Mehdi’nin hakimiyeti mecazi olup gerçek hakimiyet “Kur’anın hakimiyeti” ve “Şeriat-ı Ahmediye”nin kalplere ve gönüllere hükmetmesidir. Mehdi de ona yardım eden Hz. İsa’da (as) Şeriat-ı Ahmediye’ye uyacaklar ve onun hâkimiyetine çalışacaklardır. Bu hadisin tevili ve tefsiri de budur.
Mehdi’yi Nakşîlerin, “Nakşî Tarikatı” silsilesinin son halkası olarak, Kadirî’lerin “Kadirî Tarikatı” silsilesinden gelmesini beklemeleri ve böyle bir beklenti içinde olmaları da doğrudur. Gerçeğe aykırı da değildir. Zira ahir zamanda gelecek olan Mehdi peygamberimizin tam bir temsilcisi, Kur’ân-ı Azimüşşan’ın mübelliği ve müfessiri, Şeriat-ı Ahmediye’nin ve Hakaık-ı İmaniyenin hâkimiyeti için çalışan kumadanı, müceddidi ve müçtehidi olacağından, Şeriat dairesi içinde olan, Nakşîlerin, Kadirilerin, Şazelîlerin ve Mevlevîlerin, yani bütün hak tarikatların da muhafızıdır. Şeriat-ı Ahmediye’nin temsilcisi olma noktasında Hz. İsa’nın (as) da kendisine tabi olacağını da varsayarsak ki hakikati budur. O zaman Şeriat dairesi içinde olan olan ehl-i tarikin Şeriatın ve Hakaik-ı İmaniyenin temsilcisi olan Mehdi’ye uymaları ve kendilerinden bilmeleri elbette doğrudur. Bu da İmam-ı Rabbani hazretlerinin bu konudaki izahları ile birebir örtüşen bir durumdur.