İktisat ilminin temel kavramlarından biri tüketimdir. Ve “tüketim teorileri” başlığı altında ayrı bir bölüm vardır.
Peki dinimizde “tüketim” var mıdır? Allah’a ve ahirete inanan bir insan tüketim yapar mı ve tüketimin varlığını kabul edebilir mi?
Evvela Allah’a ve ahirete iman eden bir insan bilir ki bütün varlıklar ve zerreler bile bu dünyada ahiret alemine liyakat kazanmak için bulunmaktadırlar. Bekaya mazhar olan ve ebedi bir aleme gidecek olan hiçbir nesne için ise “tükendi” diyemeyiz. Bu faaliyeti ancak “kullanma” “istimal etme” kavramları ile ifade edebiliriz. Bir zerre ki kainatta taşlardan bitkilere, bitkilerden insanlara çok vücudları gezer de bu gezmesi bekaya liyakat kesb edebilmek namınadır. Öyle ise kainatta tükenen bir şey yoktur, tekamül eden ve neticede bekaya mazhar olan varlıklardır her ne varsa. Kur’an diline daha muvafık kelimesi ile mevcudlar vardır. vacib-ül vücudun ilim irade ve kudreti ile yarattığı ve Ona intisab ile ancak var olabilen ve bu kadar yüksek bir vazifeyi yaptığından ebedî hayata mazhar edilen mevcudların içtima yeridir bu kainat. Yoksa tükenip yok olanların çöplüğü değil.
Evet biz Müslümanız ve teorilerimiz de Müslümanca olmalı değil mi? Allah’ı ve ahireti bilmeyen insanlar teoriler ortaya koymuşlar ve biz de onları alıp az tadilat ile kendimize uyarlayabileceğimizi mi zannetmişiz? Eğer Müslümanca, mümince bir teori ortaya koyacak isek ancak “kullanım teorisi” “istimal nevileri” gibi bir kavramla konuya bakabiliriz. Zira biz müminiz ebedi bir hayatımız var ve bu geçici dünyadaki her şey de Allah için ve ahiret için işliyor. Tükenen bir şey yok. Yok olmak yok. Her şey ama her şey daha güzele doğru gelişiyor. Kainatta “tekamül kanunu” var. Kendisinin ölmek ile yok olacağını zanneden ve manen bunu düşünmekle tükenen, Allah’ı tam bilmeyen insanların üretimlerini kullanma hevesimiz ne zaman geçecek? Çok mu istifade ettik fikrî mahsulatlarından? Elbette onları bütün bütün reddetmek de akıl karı değil. İçinde güzel olan fikirleri alırız fakat imanımıza bütün bütün zıt olanları neden değişmez gerçekler gibi zannetmek hatasına düştük? Hadi düştük diyelim neden sürdürelim ki?
Tüketimden sonra gelelim “emek” konusuna. Yaratanımız ve yaşatanımız olan Allah insanın emeğine ne kadar kıymet verdiğini anlamak için Saad-ı Taftazanî Hazretlerinin imanı nasıl tarif ettiğine bakalım: “Cenab-ı Hakkın istediği kulun kalbine, cüz-i ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur”. Bir kula iman ile hidayet etmek Allah’ın en büyük nimetlerindendir. Bu azim nimet için ise kulun cüz-i ihtiyarını sarfını bir şart yapmıştır. Kim ki ihtiyarını imanı kazanma yolunda kullanır ise Cenab-ı Hak dilerse o kuluna iman ile hidayet eder. Demek Rabbimiz en azim nimetini vermesini de bizim çalışmamıza bağlamıştır.
Şüphesiz ki insanın çalışması bu azim nimeti kazanmaya yetebilecek keyfiyette değildir. Ancak Rabbimiz ne kadar az ve kifayetsiz de olsa kulunun çalışmasına değer veriyor. Kur’an-ı Hakîminde çok yerlerde çabaların, çalışmaların asla boşa gitmeyeceğini bize bildirmiştir. Zerre kadar da olsa hiçbir çaba karşılıksız kalmayacaktır. Hayır yolunda olan çalışmalar mükafat ile ve şer yolunda olan çalışmalar da azab ile karşılığını bulacaktır. Yani; kulunun yaptığı hiçbir şeyi yok saymamaktadır Rabbimiz.
Hatta rivayetlerde vardır ki; kul hesap günü hayret eder ki “bu ufacık şey de mi yazılmış!” Evet; Rabb-i Rahimimiz hiçbir şeyi ihmal etmez. Hayrında şerrin de karşılığını verir. Rahmeti de öyle boldur ki; bir salih amele çok çok sevaplar verir de bir günahı bir günah sayar. Kulunu affetmek istediğini bildirir böylelikle.
Allah, Allah iken kulunun emeğini önemsiyor ve hiçbir amelini karşılıksız koymuyor iken biz aciz fakir ve Allah namına işlemekle mükellef kullar olarak Allah’ın kullarının emeğini sömürebilir, onların çalışmalarını karşılıksız koyabilir miyiz?
Efendimiz Aleyhissaltü Vesselam, “Ücretliye/işçiye hakkını, teri kurumadan önce verin!”[1] buyurmuştur. İşçiye haksızlık ve eziyet edilmemesi ile alakalı olarak da değişik bir misal vermek istiyorum. Bu misal insan emeğine kıymet vermek ve karşılıksız bırakmamak hususunda belki binler misalin yerini tutabilir.
Bir deve, Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’a gelerek şikayette bulunuyor. Evvela ona ihtiramda bulunuyor, yanında çöküyor, sonra edeta bir insan bir şeyler anlatır gibi Efendimiz’in yanında bir müddet duruyor ve Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam da ona müteveccihen durup dinler vaziyette bulunuyor. Hadisin farklı rivayetlerinde farklı ifadeler olmakla beraber, o deve sahiplerinin kendine zulmettiğini, çok meşakkatli işlerde çalıştırdıklarını ve yemini eksik verdiklerini şimdi de kendisini kesmek istediklerini diyor. Bunun üzerine Efendimiz devenin sahibini çağırarak onlara diyor: “Allah’ın sana bahşettiği bu hayvan hususunda Allah’tan korkman gerekmez mi idi! Çünkü, o senin kendisini aç bırakıp yorduğunu bana şikayet etti.” Bir başka rivayette ise Efendimiz devenin sahibine diyor: “Bu devenin yemeğini iyi ver ve çalışırken ona zorluk yükleme”.
Evet, bir hayvanı çalıştırmanın bile çok incelikleri vardır. Zulmetmemek esastır. Peki ya insan?
Efendimiz Aleyhisslatü Vesselam’ın yıllarca hizmetinde bulunan Hazreti Enes’e (ra) olan muamelatının ciddi incelenmesi gerekir. Gerek işçi çalıştıran gerek evinde hizmetçi bulunan insanların Kur’an ve Sünnet ölçülerinde zulümden uzak durmak ve zulme en ufak bir meyil bile göstermemenin talimini ciddi almaları gerekir. Madem Allah var ve ahiret var yaptığımız hiçbir şey burada kalmayacak karşılığını göreceğiz ve ebedi hayatımız buradaki muamelatımıza göre şekillenecek. Dünyada ne kadar meşakkat olsa “bu da geçer ya Huu” deriz fakat ahiret hayatı ebedidir geçip gidecek olana benzemiyor. Ebedi Cenneti kazanmak kolay olmadığı gibi, ebedi Cehennemden kurtuluş dahi çabayı gerekli kılar.
Kendi hakkımızı korumakta kartal kesilip başkalarının hakkı söz konusu olduğunda balık gibi (dilsiz tek hayvan) olmak hakperestlik olmasa gerek.
Hak aramak konusuna gelince, başkasının hakkını yemek nasıl zulüm ise gasbedilen hakkını ararken başkalarının hakkını yemek de zulümdür. Hakkını meşru olmayan yollardan aramak, mağdurları memleketin asayişini zir-ü zeber etmek için kullanmak da zulümdür. Zulme karşı zulümle cevap vermek mazlum olmaktan çıkıp zalim makamına geçmek demektir. Madem ki mazlum olmuşuz madem ki zulümden canımız yanmış öyle ise zulme karşı mücadele ederken başkalarına zulmedip de zalim olmamamız gerekir. Elbette tepki vereceğiz ve zayi olan hakkımızı arayacağız ama bu başka hakları ihlal ederek mi olmalı?
Mesela yolları kesmek, meydanları kapatmak, bize yapılan haksızlıkta payı olmayanların seyahat özgürlüğünü ve sokaktaki güvenliğini tehlikeye atmak hakkımız mıdır?
Kimler bağırır? Elbette konuşması etkili olmayanlar bağırır. Peki bizim mazlum olarak bir araya gelerek konuşmamız, zulme karşı birleşmemiz etkili bir konuşma tarzı bulmamız gerekmez mi? Meydanlarda bağırmaktan daha işlevsel değil midir? Göz dağı vermek, “yakarız, yıkarız, sizi mahvederiz” sözlerini hal lisanı ile demek acaba bir mazlum direnişi midir yoksa bir zulme karşı başka zalimlere hizmet ile mazlum olmak gibi yüksek bir makamdan zalim olmak gibi aşağı bir derekeye düşmek midir?
Zalimin zulmüne karşı yöntem bir değil iki değildir. Mesela asrımızın en mazlumu olan Bediüzzaman Said Nursi zalimlerden intikamını o zalimlerin elinden kurbanlarını kurtaracak bir yol açarak almıştır. Harika bir yöntem. O zalimlere karşı kelime silahından başka silah kullanmamış, onların bütün safsatalarını çürüten bir eser ortaya koymuştur. Zalimce planları akim bırakmış ve küfür fikrini kökünden çürütmüştür. İnşallah bu parlak zafer hayatın her alanında harika bir program olan Risale-i Nur Külliyatının işlemesi ile, lahika düsturlarının hayata hayat olması ile kendini ifade edecektir. Nurlar kainatı nuru ile fethetmiş ve bu fetih ferdan ferda insanların kalblerinde devam edegelmektedir ve kıyamete kadar da devam edecektir Allah’ın izni, inayeti ve keremi ile ve ruhaniyat-ı Peygamberî’nin mededi ile.
Öyle ise iman eden insanlar olarak bizim iman temelli kriterlerimizi ortaya koymamız ve bu kriterler üzerinde hayatımızı yeniden inşa etmemiz, halin muktezasına göre de tecdid etmemiz gerekir. Tevfik ve hidayet Allah’tandır.
[1] İbni Mace 2/817, Albânî Sahihu’l-Cami 1493