Risale-i Nur’u okuyan, bilen ve kendini bu hizmetin içinde dost, kardeş veya talebe olarak hangi konumda olursa olsun sorumluluk hisseden arkadaşlara çağrıda bulunuyorum. Bu üç meseleyi nasıl anlamamız ve pratiğe geçirmek lazım? Değerlendirme, yorum, şerh, izah her gerekiyorsa düşüncelerinizi paylaşın lütfen… Bu ortam yetmez derseniz sosyal medya müsait.
Bilindiği gibi Bediüzzaman Said Nursi, talebeleri ile iletişimi çok çetin şartlar altında mektuplaşma ile yapılabiliyordu. Bu mektuplar gerek dini sorular gerek hizmete dair konular üzerineydi. Her mektubun yazılış sebebi ve o zamanın şartları ile günümüz şartlarındaki değişimler malum. “Yorum farkı”nı ortaya çıkarmış. “Yorum farkı” bahanesiyle –gerçek sebep olmadığı sonradan ortaya çıkan- başka sebeplerden dolayı ihtilaflar, gruplaşmalar olmuş. Her neyse ihtilaf meselesi boyumuzu aşıyor.
Bediüzzaman’la talebeleri arasındaki mektuplar bilindiği üzere “Lahikalar” olarak bir araya getirilip külliyat arasında yer almış durumdadır.
Aşağıda Kastamonu Lahikasından bir metin aldık. Risale derslerine katılan, risale okuyan herkes bilir.
Bu mektubun yazıldığı tarih 1935- 1943 yılları Üstadın Kastamonu hayatı döneminde yazılmış. O günün tarihi arka planını bir iki kelime ile özetleyecek olursak;
Tek parti, tek şef devrinin en ceberrut uygulamalarının, “Allah” demenin bile yasak olduğu bir dönemden söz ediyoruz. Gazetelerde Allah kelimesi geçtiği için Matbuat Umum Müdürü Vedat Nedim Tör uyarı genelgesi yayınlıyor. Nevzat Tandoğan’ın Ankara valiliği dönemi… Valilikten fazla özgül ağırlığı olan imtiyazlı bir figür. Komünistlik dava eden gençlere; “Bu memlekete komünistlik gelecekse biz getiririz size ne oluyor” diyebilen bir kudrete sahip. Bediüzzaman Kastamonu’dan Denizli’ye sürgün edilirken Ankara’da N.Tandoğan’ın huzuruna çıkarılır. Vali bey hiddetle Bediüzzaman’ın sarığını çıkarıp başına şapka koymak ister fakat Bediüzzaman eliyle tersler ve “Başından bul” der.
Bir zaman sonra N.Tandoğan’ın oğlu bir suçtan dolayı mahkemeye düşer. Ucu babasına da dokunur ve ifadeye çağrılır. O kadar kudretli bir vali ifadeye çağrılmayı kendine yediremez ve kendi tabancasıyla intihar eder. Başından bulmuş olur yani… Neyse…
İşte böyle bir konjonktürde Bediüzzaman hazretleri yalnız iman diyerek engelleri ve labirentleri aşarak Risale-i Nur gibi bir şaheseri telif ederek Türkiye ve Dünya genelinde milyonların imanını kurtulmasına vesile olmakla çok çaplı bir değişime de vesile olmuş ve muvaffak olmuştur. Allah ondan ebeden razı olsun.
Şimdi bu kısa ön bilgiyi paylaştıktan sonra sadede gelelim. Mektup’tan aldığımız bölüm şöyle;
“Bu zamanda öyle fevkalade hâkim cereyanlar var ki, her şeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakikî beklenilen ve bir asır sonra gelecek o zat dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.
Hem üç mesele var: Biri Hayat, Biri Şeriat, Biri İmandır.
Hakikat noktasında en mühimmi ve en âzamı, iman meselesidir.
Fakat, şimdiki umumun nazarında ve hal-i âlem ilcaatında en mühim mesele hayat ve şeriat göründüğünden, o zat şimdi olsa da, üç meseleyi birden umum rû-yi zeminde vaziyetlerini değiştirmek, nev-i beşerdeki câri olan âdetullaha muvafık gelmediğinden, herhalde en âzam meseleyi esas yapıp, öteki meseleleri esas yapmayacak; ta ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksatlara âlet olmadığı tahakkuk etsin.
Hem, yirmi seneden beri (1935-1943 yıllarını dikkate alırsak) tahripkârâne eşedd-i zulüm altında o derece ahlâk bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki, ondan, belki de yirmiden birisine itimat edilmez.
Bu acip hâlâta karşı çok fevkalade sebat ve metanet ve sadakat ve hamiyet-i İslamiye lazımdır; yoksa akim kalır, zarar verir.
Demek en halis ve en selametli ve en mühim ve en muvaffakiyetli hizmet Risale-i Nur şakirtlerinin daireleri içindeki kudsi hizmettir. Her neyse... Bu mesele şimdilik bu kadar yeter.“ (Kastamonu Lahikası 62)
Yorumlama veya değerlendirmeye gelince;
Bu mektupta geçen iman hayat şeriat meselesini birbirini takip eden ayrı mı değerlendirelim?
Eğer böyle anlaşılırsa imanın kazanıldığının göstergesi ne olacak.
İmanı kazanan insan imanın icabı ameliyle inandığını ispat etmeyecek mi?
“İman hayata hayat olsa“ sözü niçin söylenmiş olacak.
Yine “İmansız İslamiyet sebeb-i necat olmadığı gibi İslamiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz” ifadesi Mektubat’ta geçiyor. Barla’da Yüzbaşı Hulusi Yahyagil’in ağabeyin sualine verilen cevaptır.
İkinci bir yaklaşım iç içe daireler misali ile (Şekil -2) deki şemaya göre düşünmek…
Bu şekil akla mantığa hikmete daha yakın görünüyor.
İman Hayat Şeriat eş zamanlı ve tam zamanlı mülahaza edilecek, düşünülecek ve hayata geçirilecek demektir. İşin fıtri yönü de öyle icap etmez mi?
Bu üç mesele her Müslümanın her daim her saniye kesintisiz yaşadığı ve yaşaması mecburi olduğu meselelerdir.
İman, ferdin niyeti ve ikrarıyle başlayan bir haldir. Ferdi bir mesele denilebilir.
Hayat, İmanın hayata, fiiliyata, amele, davranışa dönüşen yönüdür. Hem ferdi hem içtimai yönü vardır.
Bediüzzaman’ın iman meselesine hasr-ı nazar ikazından maksat İmanın hayata yansımaları, topluma yansımalarını mesele yapıp telkinde bulunmayın demek istediğini anlıyorum.
Memleket şeriata göre şöyle idare edilsin böyle yapılsın denilse bütün hizmet akamete uğrardı.
İşte burayı tartışmaya, müzakereye açmak istedim. Katkılarınızı, tepkilerinizi ve tashih edilmesini düşündüğünüz hususları geri bildirim olarak bekliyorum.
Zira Müslümanlar kendi aralarında ve insanlar arası münasebetlerde iş ve işlemlerde “daha iman meselesini halletmedik” diyerek haram-helal demeden maksat için her şey mubah mı demeleri lazım? Bu Makyevelist yaklaşım maalesef “cihat” kavramının “savaş hiledir” kapsamına alıp fütursuzca cinayetler işlendiğini görüyoruz.
Üstad, ta 1911’de yüz küsür yıl önce Şam Hutbesinde “Eğer biz âhlak-ı islâmiyenin hakaiki islamiyenin hasenatını ef’alimizde göstersek sair dinlerin tabileri islâmiyete dehalet edecekler” dememiş mi?
İnsanlar arası münasebetlerde, günlük hayatta ticarette, işimizde evimizde aile hayatında imanın icabına göre yaşamak şeriat değil mi?
Evet anahtar cümle “iman hayata hayat olsa” dır. Bu sır ve şifre iman meselesidir. Tahkiki iman, kuvvetli bir imana sahip olunduğunda her şey çok güzel olacak işler düzelecek inşallah…
Eğer dindar insanların yönetime gelmesi meseleyi halletseydi işte tablo ortada; İmam Hatip çıkışlı bir Cumhurbaşkanı, aynı normlarda dindar bir Başbakan ve ekibi görev başında… Mesele tamam diyebiliyor muyuz? Milletin imanı kurtulmuş ve iman hayata hayat olmuş oluyor mu?
Bir zamanlar nurcuları pasif gören “üç beş kişi bir araya gelip kitap okumakla bir yere gidilmez” diyenler darbelerle ortalık toz duman olunca tam siper arazi olurlardı. Meydanda yine nurcular kalır aynı tempo kesintisiz hizmetler devam ederdi. Yalnız 28 Şubat süreci sonrası nurcuları pasif gören kesimler zamanı ve şartlardan ders çıkardılar. Nurcuların dediği noktaya geldikten sonra iktidar oldular. Şimdi zafer sarhoşluğu ile alt yapıdan beslenme olmazsa akibeti düşünemiyorlar…
Dindar bir Cumhurbaşkanı ve dindar bir Başbakanın göreve gelmesi uzun soluklu inişli çıkışlı bir yolculuğun sonucudur. Asla küçümsenemez, şüphesiz sevinilecek bir durumdur. Bu memleketin ve bu milletin başarı hikâyesidir.
Bu neticede dip dalga ile ince işçilikle fert fert insanların imanlarının kurtulmasında dip dalga ile sessiz değişimde Risale-i Nur’un ve talebelerinin direk vesilelik payı vardır. Bunu da ayrıca not edelim. Pamuktan iplik, iplikten kumaş ve kumaştan elbise dikme süreci takribi yüz yıla mal olmuştur.
Tekrar asli gündemimize dönecek olursak;
İman-hayat-şeriat hem süreç hem sonucu tanımlar. Hem de iç içe eş zamanlı kesintisiz üzerinde himmet hasretmeye değer bir konudur.
Madem Risale-i Nur her yönüyle farklı ve özel keşifler manzumesidir.
Öyle ise “Risale eksenli hayat tasarımı” niye yok?
Evet herkesin ev ödevinin konusu bu olmalıdır. Düşünün bakalım.
Tahkik ehlimiyiz taklit ehli mi?