İhtilali silahların metalik gölgesinde arayan seküler tiranların tahribe dayalı zaferleri gerçekte zafer değildir.
Belki de “gerçek adaletin” değerini anlamamız için zulümleriyle küresel bir adalet tutulmasına sebep olan güç merkezleri, çok önemli bir alanı maalesef hiçbir zaman ele geçiremediler.
Temeli olmayan bir gökdeleni inşa etmekle övünmek ne kadar acınası bir durumsa, imâni temelden yoksun bir seküler medeniyeti inşa etmekle kibirlenmek de o derece acınası bir haldir.
İmansızlık düşüncesinden bir “iman”, dolayısıyla da seküler medeniyet için bir “temel” oluşturma arayışı ise maalesef gerçekçi bir yaklaşım değildir.
Devamlı sallanan “şüphe” zemini üzerine kurulu ve “yok”luğu kabul etmek esasına bağlı bir temel, hakiki bir binayı taşıması imkansız; “hayali”, “vehmi” yani “olmayan” bir temeldir.
Gerçekte bu medeniyet-i hâzıra, tahribe dolayısıyla da “adem”e dayalı seraptan bir temel üzerinde değil de, hakiki İsevilikten ve İslam’ın fazilet prensiplerinden tutunabildiği her neyse, onların üzerinde tutunabildiği kadarıyla varlığını bugüne dek devam ettirebilmiştir.
Günümüzün seküler dünyasının gönüllüleri görünüşte birlik halinde gibi görünse de, aslında bu “birlik” esassız ve bağsız bir menfaat paylaşımının yansımasından ibarettir.
Ortada büyük bir av vardır ve bütün sırtlanlar bu avdan koparabilecekleri en uygun parçayı ısırmakla meşguldür.
Bu örnekteki birlik, imanın ilham ettiği o ulvi birlik asla değildir. Sırtlanlar umumun ortak menfaatini değil de, kendi şahsi menfaatlerinin peşine koştukları için birbirlerine ilişmemekte, bu kısa süreli menfaat birliğinden her bir sırtlan kapasitesine göre kârlı çıkmaktadır.
Yakın zamanda yaşanan Gezi isyanı bile seküler zihniyetin “menfaatçi birlik” anlayışını ele verir niteliktedir.
Normalde bir araya gelmesi imkansız olan bütün –izm mensupları, dünyevi ve şahsi menfaatler uğruna bu isyanda bir araya gelmeyi başarmışlardır.
Avrupa Birliği, NATO, BM gibi oluşumların temelinde de işte bu seküler ortak menfaatler yatmaktadır.
Bu arada şunu da ifade edelim ki, zaten üyelerinin menfaatlerini temin için kurulmuş bu gibi birliklerin “gerçek adalet” prensiplerini uygulamalarını beklemek imkansızdır.
İman-ı tahkiki zemini üzerinde yükselecek olan ittihad-ı hakiki ise “menfaat” ortak paydası üzerinde kurulmuş bir nefsi birliktelik değildir, olamaz.
Tevhid-i imânînin bir gereği olan yardımlaşma, kardeşlik, şefkat, ihlas, isar hasleti gibi esaslar üzerine tesis edilecek olan ittihad-ı hakiki, dünyevi geçici menfaatleri önemsemeyen/ya da herkes için aynı derecede önemseyen, sadece Allah rızasına dayanan bir ulvi birliğin adıdır.
Risale-i Nur’da geçen şirket-i mâneviye prensibinin umumi manada hayata geçirileceği, herkesin herkes için var olacağı bu hakiki birliği oluşturmak içinse, elbette uzun bir temel atma dönemi gereklidir.
İman hizmeti olarak anılan bu temel atma süreci, maddi ve dünyevi menfaatlere alet edildiği an akamete uğrayacak ve tüm hizmet ehlini de sıkıntılara sokacak bir çöküş sürecine dönüşür.
Hatta o hizmet kulesi düşkünleri, sırtlanların bir parça et için kavga edişi gibi, kaybedecekleri “ekonomik kazancın” ya da “dünyevi menfaatin” hırsıyla, İslam’ın izzetini siyaset sahnesinde yücelten kardeşlerini bile hedefe koyar, onlara karşı İslam düşmanı ne kadar İblis varsa, onlarla birlik olurlar.
Yine İslam’ı ve Müslüman olmayı, bütün diğer renkleri yok sayarak kendi camiasına has kabul etme; bu itici saikle diğer bütün renkleri tek tipleştirip kendi gri rengine dönüştürme hevesi de asla ittihad-ı hakikiyle izah edilemez.
Bu gibi tek tipçi oluşumlar, kitleleri robotlara çeviren beşeri ideolojilerin din boyasına boyanmış çağdaş birer versiyonlarıdır sadece.
Çünkü değişmez ilkelere değil de abartılmış şahısların dudaklarından çıkan konjonktürel buyruklara önem veren böylesine itaate hazır robotları yönetmek ve istenilen siyasi hedeflere yönlendirmek – İslam siyaseti aleyhine de olsa- oldukça kolay olacaktır.
İman-ı tahkikiye dayalı ittihad-ı hakiki, diğerlerini dönüştürüp kendimize benzetmeyi değil, farklılıklara odaklanmadan benzerliklerde buluşmayı hedef olarak gösterir.
İttihad-ı İslam anlayışı bu dünyada başlayacak ve sonsuz hayatta da devam edecek bitimsiz bir gerçek birlikteliğin adıdır bu arada.
Böyle bir ulvi birliktelik, anlık dünyevi menfaatlere dayanmadığı, aksine sonsuzluğu da kapsadığı için elbette “gerçek adalet” prensiplerini uygulamada da oldukça titiz olacaktır.
Çünkü bu dünyada yapılan zerre kadar iyiliğin mükafatını, zerre kadar kötülüğün de cezasını öte alemde göreceğine inanan müminler tarafından oluşturulmuştur bu birliktelik.
Elbette bu birlikteliğin üyeleri, ottan karıncaya, karıncadan insana, her varlığın “hakkına” riayet etme gibi bir endişenin içinde de olacaklardır.
İman-ı tahkiki sürecinden yoksun, tepeden inmeci İslami görünümlü siyasi yönetimlerin cebri zulümleri ise yine İslam’ın değil, beşeri ideolojilerin hesabına geçecektir.
Çünkü İslam dinini gönderen sonsuz İrade, onu fıtri kanunlarla uyumlu bir şekilde gelişebilecek yazılımlarla göndermiştir.
Mesela Hz. Muhammed’i daha başlangıçta herhangi bir devletin başında, tepeden inme bir ihtilal yapacak konumda göndermemiştir.
İslamiyet’in Medine şehir devletini doğurması ancak uzun bir iman-ı tahkiki hizmeti döneminin ardından mümkün olmuştur ki, fıtratı yok saymayan tedricilik de bunu gerektirir.
Beşeri ideolojilerin fıtrat dışı ihtilalci yapılarını taklit eden İslami oluşumların kurdukları/kuracakları tepeden inmeci devlet yapıları, İslami görünümlü olsa da gerçekte İslâmi değildir.
Çünkü İslam’ın tedriciliği yok sayan tepeden inmeci bir devletleşme metodu yoktur. Bu anlayış, daha yakın zamanlı sosyalist/komünist ihtilallerin etkisinde kalmış, muhtemelen İslam adına iyi niyetli birkaç kişinin anlayışıdır ama asla Kur’ânî değildir.
O halde güçlü bir medeniyet tesis edebilmek için Kur’ânî olanı, yani öncelikle imanı bütün kalplerde sabitleştirme sürecini hayata sokmamız gerekir ki, Bediüzzaman’ın da asrın başlarında başlattığı hareket budur.
Bugün de, her ne kadar siyasetin iman hizmetine yardımcı yönünü yok saymasak da; siyasetin başlı başına iman-ı tahkiki hizmeti yerine geçmeyeceğini de bilmemiz gerekiyor.
Yani iman-ı tahkiki hizmeti yine bizim omuzlarımızdadır ve yer yer siyasetin desteğini alsak da, bu hizmet millet olarak bizim sivil alanda gerçekleştirmemiz gereken en önemli vazifemizdir.
İman-ı tahkiki hizmetinde göstereceğimiz sebat, ihlas ve gayretimizin derecesi ise, sanırım insanlığı gerçek adaletle buluşturacak ittihad-ı hakiki döneminin ne zaman başlayacağı konusunda da belirleyici olacaktır. (OD)