İmanın şüphesiz ve vesvesesiz mertebesi

Habibi Nacar YILMAZ

Bir öğretim yılı boyunca tatil günlerinin birinde ders yaptığımız bir öğrenci grubundan hem de sol bir çevrede yetişmiş bir arkadaş, sorduğu her soruya cevap alınca bana, "Hocam Said Nursi beni acaba tanıyor mu, her salime cevap vermiş" diye mukabele etmişti. Said Nursi, onu da beni de tanımıyordu elbette. Ama her suale ya doğrudan ya da işâreten cevapları ve çözümü vardı. Bunu insafla ve derinlemesine Nurları okuyabilen, açıkça görüyordu. Nurlarla beslenen ve kuşanan bir dimağı, kendinden emin görürsünüz. Onun, lüzumu derecesinde her konuda şaşmaz Kur'anî  ölçüleri vardır. Onu ehl-i sünnetin kalasında, elinde delil ve burhan kılıçları ile bulursunuz daima. Onu, tereddüt ve ön kabul gibi sonu nereye gideceği belli olmayan felsefî izahlar meşgul etmez.

Said Nursi, her türlü ihtimal ve faraziyeyi ortaya koymuş, mü'minin etrafında sağlam kaleler örmüştür. Risalelerin, sağlam bir şekilde bize öğrettiği önemli mevzulardan biri de Kur'an-ı Hakîmin onlarca âyetiyle tavsiye ettiği, beyan-ı Nebevî'de de "bir saatinin bir sene nafile ibadete" denk geldiği ifade edilen 'tefekkür' ibadettir. Nurlarda 'tefekkür mesleği, tefekkür târiki, kâinatı mütalaa, mevcudata mâna-yı harfi ile bakmak, masnuatta Kudret-i İlâhiyenin mu'cizatını temaşa ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmek, aşktan daha keskin, insanı Hakîm ismine götüren parlak bir tarik' gibi tanımlarla ifade edilen bu yüksek ibadeti, bugünlerde Emirdağ Lahikası'nda 'imanın şüphesiz ve vesvesesiz mertebesine ulaştıran' yönünü okuyunca, epeyce heyecanlandım. Birkaç defa altını çizmişim, notlarımda da var ama unutmuşum. Ne muazzam bir müjde! İmanın, şüphesiz ve vesvesesiz mertebesi yönüne ulaşmak.

Peki ama bu ne ile sağlanıyormuş, bir okuyalım bakalım.

"Ehl-i hakikat dahi marifet ve tasavvur değil, belki ondan çok âlî ve kıymetli olan iman ve tasdikte iki cadde ile hareket etmişler.

Biri: Kâinatı mütalaa ile Ayet-ül Kübra ve Hülâsâtü'l Hülâsâ gibi âfaka bakmaktır.

Diğeri: Ve en kuvvetli ve hakkalyakîn derecesinde vicdanî ve hissî, bir derece şuhudî olan hakîkat-ı insaniye haritasını ve enaniyet-i beşeriye fihristesini ve mahiyet-i nefsiyesini mütalaa ile imanın şüphesiz ve vesvesesiz mertebesine çıkmaktır ki sırrı akrebiyete ve veraset-i nübüvvete bakar."

Bunların izahını da "İnsan ve Hayat pencerelerine" havale ediyor. 

Hem vicdanî hem şuhudî bir yol. Uzaklara gitmiyorsun, hem üzerinde bizzat görüyorsun hem de vicdanında hissediyorsun. Bu vicdanî ve şuhudî tefekkürü yapmak ve bu mertebeyi kazanmak için, sadece iki kavramı bir de tefekkür de usulü bilmen gerekiyor. Kavramlar, 'hakikat-ı insaniye haritası, enaniyet-i beşeriye fihristesi' ile ifade ediliyor. Usül ise Mesnevi'de "nefsinde, bâtınında, hususî ahvalinde tefekkür ettiğin zaman, derinden derine tafsilat ile tetkikat yap. O zaman vahdete takarrüb edersin" şeklinde yerini alıyor.Tefekkür âfakî ve enfusî de ikiye ayrılıyor. Burada enfusî tefekkür tavsiye ediliyor.

Şimdi, imanın bu "şüphesiz ve vesvesesiz" mertebesi için bu tefekkürü bir derece yapmaya çalışalım.

Hani Yunus'un dörtlüğünde de yerini bulan "kendimizi okumak" âmelini yapalım.

"Hakîkat-ı insanîye haritası" ifadesi, bildiğimiz haritayı aklımıza getiriyor. Hani haritada işaretler vardır. Bu işaretler gerçek değildir, sadece bir derece fikir veren isim ve işaretlerdir. Yani haritadaki dağda taş olmadığı gibi, ovasında da çiçek bitmez. Oradaki dağ sadece birer işarettir, isim ve ünvandan ibarettir. öyle de insanda da işaretler nevinden numuneler vardır. İnsan da görür, işitir, koklar, ilim elde eder ama bunlar onun zâtî malı değildir, birer emanettir ona ve bir müddetliğine verilmiştir. Haritadaki işaretler hakikisini gösterdiği gibi, bunlar da bunları bize hediye eden Zat-ı Kerim'i gösterir. Bunun böyle olduğunu, nereden anlıyoruz?

Haberimiz olmadan inip kalkan ve akşam olduğunda da kapanmasına engel olamadığımız göz kapaklarının çalışmasından; hiç haberimiz olmadan ahenk ile çalışan yirmi trilyon hücremizden; bizden habersiz bir günde yedi bin iki yüz litre kan pompalayan kalbin çalışmasından; bize sormadan dakikada yüz bin mesaj alıp veren beynimizin cevalabından; her gün on bir bin litre hava alabilen hayatımızın devamını sağlamak için bizlere hediye edilen akciğerimizden; her beş dakikada bir tüm kanımızı temizleyen yerini dahi bilmediğimiz böbreğimizin çalışmasından; birbirine ahenkle bağlanmış, secde ve rükumuza göre dizayn edilmiş iki yüz otuz kemiğimizden; elli bin kokuyu tanıyabilen bir et parçası olan burnumuzdan; on binden farklı tat alabilen dilimizden; yüz binlerce sesi tüm tonları ile tanıyabilen kulağımızın harikalığından anlıyoruz.

Bunlar bir ömür boyu ahenkle çalışır, güya 'benimdir' deriz. Fakat bu saydığımız harika fiillerin ne olduğunu, hangilerinin ne yaptıklarını dahi bilmeyiz. İşte 'enaniyet-i beşeriye fihristesi' dediğimiz de bu bizden haberiz çalışan cihazları, bize nispet etmemizdir. Benimdir dediğimiz bu cihazları tefekkür ettiğimizde, bunların hiçbirinin hakikatte bize ait olmadığını anlarız. Bize ait olmayan cihazlarla yaptıklarımız da bize ait değildir elbette. O zaman gurur ve fahre medar hiçbir halimiz ve keyfiyetimiz yoktur. Mutlak âciz, mutlak fakiriz. Fakat kâinatta her şey bize çalışıyor ve bize hizmete koşuyor. Bu da bizi, bizi tanıyan ve bize merhamet eden Zat-ı Kerim'e vasıtasız, selametli ve en kısa yoldan götürüyor. 

Bunun yanına aklını, hâfızanı, hayalin gibi paha biçilmez mânevî duygularını da ilave edebilirsin. İşte kendi âleminde bu tefekkürü yapmada, aczini ve fakrını anlamada ne kadar derinleşirsen derinleş sadece kusurlarını, acz ve fakirliğini görürsün. Bu noktada tefekkürün ve derinleşmen "acz ve  fakr" aynanı cilalar, parlatır. Ayna  cilalandıkça kudret ve gına-yı İlâhiyi daha iyi ve parlak, lekesiz, enaniyetini katmadan görebilirsin. Normal bir ayna düşünelim. Aynanın parlak yüzü kirlenince, yüzünü tam göremediğin gibi, kudret-i İlâhiyi gösteren acizlik ve fakirlik aynasına da enaniyetini bulaştırdığın nispette aynayı kirletmiş  olursun. O aynayı sürekli parlatman gerekir. Niye dön, dön yine oku, deniliyor. İşte bu aynayı sürekli parlak tutmak için.

İnsanî tefekkürde çoğu zaman Michelangelo'nun Hazret-i Musa heykelini örnek veririm. Bildiğimiz heykeli yapan usta sanatçı, heykeli çok beğenir ve heykele hitaben, "Konuş ya Musa" diye hitap eder. Taştan insan konuşur mu? Konuşmaz. Çünkü canlı değil. Başa göz takılmış, kirpiği yok, kaşı yok, görmüyor, gözü sağa sola dönmüyor; burnu konulmuş kanalı, koku alması yok; kulakları var sağır duymuyor; taştan dudakları var ama açıp kapayacak ağzı yok, inci gibi dizilmiş dişi yok, konuşamıyor; lisanı yok; lokmayı parçalayacak çenesi yok; lokmayı eritecek tükrük bezi yok, damağı yok, tat alamıyor; elleri var tutmuyor; ayakları var yürüyemiyor, cansız bir yığın. 

Yine onun hisseden kalbi; zevk eden latifeleri; düşünen, üreten, tahlil edebilen dimağı; zevk-ü sefası,aşkı sevdası; derdi davası; şefkat ve merhameti; ızdırabı; evi barkı, bağı bahçesi; tövbesi, ilticası; gözyaşı, dostu düşmanı; aşı işi yok. Yoklar ülkesi gibi. Şimdi böyle bir heykel, okullarda, üniversitelerde; sanat tarihi derslerinde, tezlerde sayfalarca, saatlerce inceleniyor, anlatılıyor. Bir nevi tefekküre konu oluyor. Peki ya bütün bu özellikleri olan insan,nasıl tefekkür edilmeli? İşte insan bedeni üzerinde konuşlanan tıp ilmi, bunu yapıyor. Önümüze İnsan denen mucizeyi teşrih etmeye çalışıyor. Bize düşen gözümüzün ve aklımızın bir tarafının sürekli kendimizde olması, tefekkürde bulunması ve şuhudî şekilde imanın şüphesiz mertebesine erişmektir.

Evet dostlar, bu tefekkürü yapmada, acz ve fakr aynamızı sürekli parlak tutmada,dolayısıyla imanın şüphesiz ve tereddütsüz mertebesine ulaşmada  'insan ve hayat pencerelerini'  defalarca okumaya  ne dersiniz?

Selam ve dua ile.

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.