Artık yaşlanınca, bazen hatıralara tutunmaya başlıyoruz. Fakat hafıza, bazen insanı yanılttığı gibi, bazen de zincir bir yerde kopuveriyor. Tanzimat şairi Muallim Naci boşuna "Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür" dememiş. Bazı şeyleri ise, unutmuyoruz mesela. Çünkü onu çok sıkça gündemde tutuyoruz da ondan. Bunu kütüphanemizden ikide bir alıp okuduğumuz kitapların parlaklığı ile izah edebiliriz. Hiç okumadığımız kitapları toz kaplarken, ikide bir yerinden aldığımız kitaplar parlaktır mesela. Sıkça anlattığımız hatıralar da tozunu çok sildiğimiz kitaplar gibi, hafızalardaki yerini taptaze koruyor, diriliğini kaybetmiyor.
İyi ki bazılarını unutuyoruz. Yoksa, hayat azaba döner. "Nisyan (unutmak) dahi bir nimettir, yalnız her günün âlâmını (üzüntüsünü) çektirir. Müterâkimini (birikmişini) unutturur" cümlesi de buna bakıyor. Mesela bu âciz, dört önemli, heyecanlı hadise yaşadım. Eğer onları yaşadığımda çektiğim acı, keder ve heyecan hafızamda aynen dursaydı, onlara kısmen unutmasaydım, hayatımız azaba dönerdi. Demek bu yönüyle unutmak, bir nimet. Nimet olmayan ne var ki arkadaş? Gece nimet, gündüz de nimet. Görmek nimet, her şeyi görmemek de nimet. İşitmek nimet, işitmemek de nimet. Koklamak da öyle mesela. Her şeyi görüp işitseydik, yine yaşayamazdık. Birbirimizin beynini görsek mesela olur mu? Dünyanın gezerken çıkardığı gürültüyü, karıncanın ayak sesini işitsek, herhâlde hayat azaba dönerdi.
Kâinat ve kâinatın özeti mahiyetindeki insanda ve diğer canlılardaki bu denge ve ayarı görememek, anlayamamak da ayrı bir körlük. Belki de asıl körlük bunda. Akıl olmayınca, akıllı telefon bir şeye yaramadığı gibi, kâinatla muhatap olanda "çürümemiş ve bozulmamış akıl olmayınca" eline gelen hikmet de güzellik de hiçe iniyor, sezilmiyor, görünmüyor. Telefonun akılsızın elinde hiçe inmesi gibi. Hikmet de güzellik de görünmeyince, bunların arkasında kendini göstermek isteyen Hakîm ve Cemil de bilinmiyor, anlaşılmıyor.
Baksana adam son asırda çok tanınmış, güya "varoluşçu felsefesinin" de önce önde gidenlerindenmiş. İnsan için "fezaya fırlatılmış gayesiz ve maksatsız bir varlık" ifadesini kullanıyor. Düşünmeyi de düşünüyormuş güya. Nasıl bir düşünmeyse. Bir türlü kendine gelememiş.
Evvela, kendini tanımamış, veya kendini unutmuş. Kendinden haberi yok. Başta sahibini, Rabbini tanımak, kendini tanımaktan; kendinden haberdar olmaktan geçiyor. Bu unutmanın ve tanımamanın çok hazin ve telafisi de olmayan neticeleri var maalesef. Ömür, bir defa veriliyor insana çünkü. Her saniye bir tercih ile karşılaşıyorsun. Her 'an'ın, her kararın seni ebedî saadet veya şekavet mekânına götürmekte olan asansörün düğmesine basmak, dokunmak oluyor bir yönüyle.
"Düşünmeyi düşünen" koca koca kafalar, müsekkin hapı gibi, karşılaşacakları mutlak hakikate de bir kulp takmışlar. "Ben varken, ölüm yok; ölüm varken, ben yok." Kafayı kuma sokmak da bu oluyor herhalde. Ben varken ölüm olmayınca, ecel celladını unutuyor, ya da tenasi ediyor. Yani unutur gibi yaparak, sözümona düşünmeye devam ediyor.
Önüne düşen basit bir taşı fırlatan kimdir, diye sorgulayan kafa, kendini fezaya kimin fırlatıp nazlı bir şekilde misafir ettiğini düşünemiyor. Her on senede bir karar değiştiriyor. Ama kendisinin "ne olduğu, niçin var olduğu" hakkında bir türlü insan olmanın sancısını çekemiyor. Belki de nefis ve şeytan kendisini, kendine unutturuyor.
Haşir Suresindeki âyete bakar mısınız? "Allah'ı unutanlar gibi olmayın ki Allah da onlara kendi nefislerini unutturmuştur." (Haşir 19) Üstad Bediüzzaman Said Nursi, bu âyetin izahında ilk olarak "Kendini unutmuş, kendinden haberi yok" cümlelerini kullanıyor. Bu cümleler beni sarsıyor gerçekten. Kendini unutmak ne hazindir. Bir deveden farkın yok yani. Rabbinden haber veren maddî ve mânevî mahiyetinin farkında değilsin. Kendini ve Allah'ı unutmak, birbirini besleyen iki hâl gibi duruyor. Ama ilk iş, herhalde kendini unutmamakta başlıyor.
Fakat unutmanın "huzuzat ve ihtirasatta unutmak" türü var ki bu unutmak makbul. Hazda ve zevkte, neticede ve ücrette unutmak; hizmet ve ölümü düşünmekte unutmamak, bir kemâl hâli. "Kendini, neticede varlık gayeni" unutmayı, ticaret için uzak bir diyara giden, fakat orada ne için geldiğini unutan tüccarın hazin haline benzetebiliriz. Çek karnesini veya çantasını unutsa, bunları tekrar ister ve getirtir. Fakat o diyara niçin geldiğini unutsa, bunun bir devası yok. Her şey boşa gidiyor. Dünyaya niçin geldiğini unutanı da buna benzetebiliriz.
İnsan anlamındaki "nas" kelimesinin kökü nisyan. "Nisyandan hâli olmayan" insana, bu özelliğinden dolayı insan denmiş, denilebilir. Fakat bir yerde nimet olan unutmak, başka yerde felaketin kapısı oluveriyor.Mün'im-i Hâkîkîyi(nimetlerin hakiki sahibini) unutmak tam bir gaflet hâli iken; başka bir yerde, hizmetlere hayat veren ruh hükmündeki ihlasın, Allah'ın yardımını celb için şart olan İttihat ve ittifakın kapılarının anahtarı da seni tasannu ve riyadan kurtaracak olan da "şahsiyetini unutmak" değil midir?
Unutmak deyince, bütün bunlardan önce bu âciz, yazının başlığını hatırlıyorum. Bakara Suresinin "İçinizde olanı, açıklasanız da onu gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker." mealindeki 284. âyeti gelince, sahabe-i kirâm ciddi bir endişeye düşer. Hz Peygamber'e (Aleyhisselam) "Buna takatimiz yetmez." diye arz-ı hâlde bulunurlar. "İstiğfar ve itaat" tavsiyesini alan sahabeler, yine Bakara'nın "Allah kimseyi gücünün yetmeyeceği bir şeyle mükellef tutmaz." mealindeki 286.âyeti nazil olunca, rahatlarlar.
Bu âyetin tam, mükemmel ve makbul bir dua olan "Rabbimiz unutursak, veya hataya düşersek, bizi mesul kılma, sorgulama, cezalandırma." şeklindeki devamı ise, tam bir vird-i zeban. Yani sürekli tekrar edeceğimiz bir dua niteliğinde. Burada "unutursak" meali verilen kısım "nesîna" kelimesi. Özellikle namazda okuduğumuz kısımları her ay, doğru mu okuyorum diye kendimi kontrol ederim. Bu sefer, "şayet, eğer" anlamındaki şart edatı "in" kelimesi ile "nesîna" kelimesinin şedde ile değil, sakin okuma işareti ile bağlı olduğunu iyice fark edince, daha da dikkatimi çekti. Fakat bir şey daha dikkatimi çekti. Biz hata ve kusurlarımız için, Rabbimizden af dilerken, "unutmak" yönümüzü şefaatçi olarak zikrederiz. Yani biz unutkanız, bundan dolayı hata işleyebiliriz, bizi bağışla, deriz. Peki aynı şeyi bize karşı işleyen ya da kabalık yapan birini affetmek noktasında, onun bu unutkanlığını niçin hatıra getirip de hemen affetmeyiz? Biz unutur, hem de Allah'a karşı bir kusur işleriz de bir başkası bize karşı unutup bir kusur işleyemez mi?
Evet dostlar, af ve müsamahada kaybedebileceğimiz hiçbir şey yok. Kazanacağımız çok şey var. Tevazu ise, insanı yüceltir. Nefis ise, cümleden süflî. Kendisine yapılan bir muameleyi hemen unutan bir Peygamberin ümmetiyiz. Bütün hataları, hakaretleri kendi üzerine alan bir üstadın talebeleri olmak iddiasındayız. Bunlar ancak bize yapılan kötülüğü ve bizim yaptığımız iyilikleri unutmakla mümkün olduğunu unutmayalım.
Selam ve dua ile.