Türkiye de toplumsal-siyasal alanda belirleyici olduğu gibi , halk üzerinde keyfi bir uygulaması da bulunan bazı kavramlar ithal edildikleri ülkelerdeki gerçek anlam ve uygulamalarıyla kıyaslanmasını önlemek amacıyla somut ve net ifadelerle bilerek tanımlanmazlar.Türkiyedeki dindar Müslümanlar, aleviler ve gayrimüslüm vatandaşlarımızın din ve vicdan özgürlüklerinin kısıtlanmasına sebep olmuş kavramlardan biriside laikliktir. Turkiye deki totaliter güç odakları laiklik kavramına yeni bir anlam yükleterek Turkiye ye özgü laiklik anlayışını ortaya çıkarmıştlardır. Turkiye ye özgü laiklik anlayışınında somut ve net ifadelerle tanımı yapılmış olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü somut ve net ifadelerle tanımı yapılmış bir laikliğin totaliter güç merkezlerinin faydasına olmadığı açıktır. Zaman zaman bu kavramın ne olduğu noktasındaki halkın ve aydınların talepleri totaliter güç merkezlerince olumlu karşılanmadığı gibi demokrasiyi tehdit eden açıklamaların yapılmasınada sebep olmuştur.
Türkiyeye özgü laiklik şeklinde tezahür etmiş bulunan laikliğin anavatanı neresiydi ve bu kavram buralara nasıl ve hangi amaçla getirilmiştir.
Osmanlının bakiyesi olan yeni cumhuriyetin etkin idarecileri kurtuluş savaşındaki din birlikteliği anlayışının miladını doldurduğu saikiyle Turkiye toplumunu batı toplumuyla entegrasyonunu tesis etmek amacıyla yeni bir süreci başlatmak istemişlerdir. Bu süreçte Muasır medeniyete ulaşma adı altında toplum değerleriyle barışık olmayan bir çok inkılaplar yapılmıştır. Toplumda mahalle baskıları(!) tezahür edilmemesi ve vatandaşların din ve vicdan özgürlüğünü teminat altına alacak olan laikliğin ithaline karar vermişlerdir. Aslında laiklik kavramının temelleri Osmanlıda atılmış fakat bir devlet felsefesi olarak kabulu cumhuriyetle beraber başlamıştır.
Laiklik, ana rahmine düştüğü Fransada ruhaniler sınıfından hiçbirine mensup olmayan, zahit ve papaz sıfatı bulunmayan Hiristiyanlara denirdi.
Laiklik kavramı Osmanlı da meşrutiyet döneminde dini olmayan biçiminde tercüme edilmiştir. Devlet düzeyinde cumhuriyetle birlikte (1937) uygulama alanına giren laiklik bugüne kadar farklı inançlar üzerinde devlet hegemonyası şeklinde tezahür etmiştir.
Sosyo- politik , ekonomik, kültürel hayatı asırlardan beri biçimlendirip gelen din, bir cumhuriyet sabahında kul ile Allah arasında vicdani bir şeye dönüşmüştür.Yani din bireyselleştirilmiş ve hayatın her alanında dinin elini çektirmişlerdir.Neden? Çünkü, örnek aldığımız Avrupa ancak dini bıraktıktan ve laik bir yapıya kavuştuktan sonra ilerleyebilmiş, bu günkü uygarlık düzeyine ulaşmıştır. O halde bizim ilerleyebilmemiz için bizimde dinden uzaklaşmamız gerekiyordu. Ancak Avrupa medeniyetini kısa yoldan böyle yakabiliriz diyen etkin yönetici kadronun din konusunda dayattığı temel mantık kısaca böyleydi. Oysa ortada açıkça bir analoji hatası vardı. Avrupanın aktüel hayattan dışladığı dinde imtiyazlı bir din adamı sınıfı vardı.Buna karşılık İslam dininde din adamı sınıfı (papaz ,ruh ) diye ayrı ve imtiyazlı bir sınıf yoktu. Bütün insanlar hukukta ve imtiyazda eşitlik kuralına tabidirler.Kavim, kabile, soy ve sop ayrıcalığı bulunmamaktadır. Batılı toplumlar eşitlik ve adaleti tesis etmek amacıyla laikliği kabul etmiş iken bizdeki yansıması farklı inançlar üzerinde devlet hegemonyası şeklinde tezahür ederek eşitsizliği ve adaletsizliği doğurmuştur.
Avrupada, dinin devletten ayrılmasının bir mantığı vardı. Çünkü kilise uzun yıllar toplum üzerinde baskı aracı olmuştu. Din adına geniş halk yığınları sömürülüyordu.Kaldı ki böyle bir dinin reddedilmesi gerçek Hıristiyanlığın reddi anlamına gelmezdi.Bu bakımdan Hıristiyanlıkta yapılan reform hareketleri dinin özüne dönüşü olarak nitelendirmek mümkündür.Bediüzzaman'ın dediği gibi onlar dinlerinden uzalaştıkça, Müslümanlar dinlerine yaklaştıkça medenileşir, ilerler.
Batıdaki laiklik anlayışı birey ve grupları özgürleştirirken bizdeki laiklik anlayışı birey ve gruplar üzerinde bir baskı ve dayatma aracı şeklinde tezahür etmiştir.
Batıdaki devrimci yöneticiler laikliği kabul ederek toplumda eşitlik ve adaleti tesis etmeyi amaç edinmiş ve bu amaçlarına büyük oranda ulaşmışken bizdeki elit yöneticiler muasır medeniyete ulaşma saikiyle laiklik ilkesini kabul etme ihtiyacını hissetmişlerdir.Bu hisleri toplumda adalet ve eşitliğin tesisine engel olmuş olduğu gibi laiklik anlayışlarıyla Türkiyenin demokratikleşmemesine ve özgürleşmemesine sebep olmuşlardır.
Turkiye geldiği nokta itibariyle önündeki iki yoldan birini tercih etmek zorundadır. Birinci yol Turkiyeyi medeni ülkeler sevyesine ulaştıracak, kendi coğrafyasında güçlü olduğu gibi adil olmayıda sağlayacak,demokrasinin tabulara feda edilmediği demokratik hukuk devletini tesis edecek yoldur. İkinci yol ise Turkiye yi her yönüyle üçüncü dünya ülkesi haline getirecek, halkın iradesinin ve egemenliğinin üstünde onu beğenip beğenmediğine karar verecek ceberrut bir devlet haline götürecek olan yoldur.
Demokrasin, hukukun ve özgürlüğün hiçbir tabuya feda edilmediğ bir ülke cazibe merkezi olacağı gibi devletin sürekliliğinide teminat altına alacaktır. Bu anlamda Türkiye de laiklik halkın Kemalistleştirilmesi yolunda bir araç olarak kullanılmasına son verilmelidir. Devlet, bütün inançlar karşısında eşit mesafede olduğu anlayışı tüm kurumlarına içselleştirmeli ve bütün inançlar üzerindeki baskı ve yasakları ortadan kaldırılmalıdır. Böyle bir devlette dindar Müslümanlar, aleviler, gayrimüslüm vatandaşlar mağdur ve mazlum konumundan kurtulmuş olacaklardır.
İlerici ve katılımcı demokrasinin hakim olduğu ülkelerde hayatın hiçbir alanında kılık kiyafetlerine karışılmadığı gibi devletin zorunlu din dayatması ve din adamlarını yetiştiren okulları kapalı tutulması gibi bir durumla karşılaşmamaktadır.
Demokrasi ve inançlar tabulara feda edilmemelidir. Edilirse ne olur. Bence Ergenekonlar çıkmaya devam eder. Dini Mabedlerde, ibadet değil adam öldürme planları yapılır.