Beni arayarak ‘‘Seninle acilen görüşmem lazım, şu an çok kötüyüm’’ dedi ve hüzünlü sesi ile telefonu kapattı. Titrek sesinden de durumunun iyi olmadığı anlaşılıyordu. Müsait olduğum için hemen gelmesini söyledim. Aynı işyerinde çalışıyorduk, beş dakika sonra odamda hazır oldu. Ağır bir şekilde depresyondaydı, kendisi baş etmeye çalışmış fakat başaramamıştı. İntihar düşünceleri de eklenince profesyonel bir destek almanın daha uygun olacağını düşünmüştü.
İşyerinde çok entelektüel ve sosyal görünüyordu. Samimi olmadığımız için içindeki fırtınaları bilemiyordum. Dışarıdan bakılınca imrenilecek bir hali vardı. Hali vakti yerindeydi. Çok parası vardı. Güzel bir meslek, ev, araba ve düzgün bir aile… Hepsine de sahipti. Fakat yine de mutlu değildi. Hayat ona boş geliyordu. Aile bağları çok kuvvetliydi. Onu intihardan vazgeçiren de bu bağıydı. Annesinin çok üzüleceğini düşünerek bu fikrini fiiliyata dökememişti. Fakat kendince yaşamanın bir anlamı yoktu. ‘‘Neden yaşıyoruz? Niçin varız? Okuyup çok zengin olsak da zaten hepimiz ölmeyecek miyiz? Biz kimiz?’’ şeklinde sorular soruyor varlığın hakikatini çözmeye çalışıyordu. Çözemeyince de bunalıma girmişti.
Çok kitap okumuştu, ilgili ilgisiz bir sürü kitaptan malumatı vardı. Bunların arasında psikoloji ve felsefe kitapları ağırlıktaydı. Okuduğu kitaplardan olacak ki zihni bulanmış, yaptığı her işi anlamsız ve gereksiz görmeye başlamıştı. Kısaca bir varoluşsal krize girmişti.
Bu kadar fen ve felsefe kitabı okuduğu halde hayatının anlamını çözememişti. Okuduğu kitaplar arasında dini kitaplar da vardı. Dindar bir aileden geliyordu. Zamanında medreselerde kalmıştı. Fakat arkadaş çevresinden etkilenerek daha entelektüel görünmek adına felsefeye merak salmıştı. Girdiği bataklıktan çıkmaya çalışıyordu fakat çıkamıyordu.
Geçmiş öyküsünü aldıktan sonra majör depresyon tanısıyla medikal tedavisine başladık.
Konuşmasında bir ara ‘‘bir yaratıcıya ve öldükten sonra dirilmeye inanmadığını’’ söylemiş, bu dikkatimi çekmişti.
Muhatabım, kendi meslektaşım ve mesai arkadaşım olduğu için bu inanç mevzularını rahat konuşabiliyorduk.
Bilimsel araştırmalarda bir yaratıcıya ve ahiret inancına sahip insanların intihar düşünceleriyle ve depresyonla daha rahat baş ettiği, inançsızlığın depresyona zemin hazırladığı bildirilmiştir. Bundan yola çıkarak ona bir nokta-i istinad ve nokta-i istimdat sağlamanın faydalı olabileceğini düşündüm.
Doktor arkadaşım konuşmamızda hiçbir delili kabul etmiyor, her şeye şüphe ile yaklaşıyordu. En son önümüzdeki masayı göstererek ‘‘masanın varlığını kabul ediyorsak, görmediğimiz halde bu masa marangozun varlığını göstermez mi?’’ dediğimde “olabilir fakat bu yüzde 100 böyledir diyemem. Bir ihtimal olmayabilir” dedi. O esnada ben çok şaşırdım. Masayı görüyor ve bunu yapan bir marangozun varlığından şüphe ediyordu. Ve her konuşmasında dinleri değil bilimi örnek aldığını söylüyordu. Fakat bu görüşü ile bilimin dışına çıktığının farkında değildi.
‘‘Bilim düzen demek, bir düzen varsa, o düzen yasalaşır ve bilim haline gelir. Düzen varsa bir düzenleyici olması gerekmez mi?’’ dediğimde;
‘‘Tesadüfen olmuş olamaz mı?’’ dedi. Neredeyse Tabiat Risalesi’ni bitirecektik. Fakat bir türlü ikna olmuyordu veya olmak istemiyordu. En son “peki sen masanın varlığını kabul ediyor musun?” dedim. Masayı süzerek, sağdan soldan baktı ve “masanın varlığını kabul ediyorum fakat ya yoksa” deyince ben daha da şaşırdım. Bu kadar bilimsellikten dem vuran biriydi fakat önündeki masanın olmayabileceğini iddia ediyordu.
“Senin bu durumun beni aşar” diyerek onu bu konulara daha vakıf bir vakıf abimize götürmeye karar verdim. Ve öyle de yaptım. Hafta sonu haberleşerek onu, senelerini imani hizmetlere veren şefkatli bir abimizin yanına götürdüm. Oraya gittiğimizde tevafuk bir okuma programına denk gelmişiz. Abimizi bahçede beklerken “ben bütün sıkıntılarımı ve sorunlarımı unuttum, burası bana çok huzur verdi” dedi. Biraz sonra abimiz geldi, kısa bir tanışma ve çay sohbetinden sonra zihnindeki bazı suallere cevaplar aldı ve biz oradan ayrıldık.
O, bu kadar aşikar delillere karşı neden bu kadar direniyordu? Bu, zihnimi kurcalayan bir durumdu. Bir türlü çözemiyordum. Mesleki hayatımda bazı meslektaşlarımla buna benzer birkaç olay daha yaşadım. Her gün yaratma fiili ayan beyan ortada iken neden Allah’a inanmıyorlar. Tesadüfe verebiliyorlar. Zaman zaman bu tartışmalara girip karşımdakini ikna etmeye çalışırken muhatabım mutlaka bir yolunu bulup sıyrılıveriyordu. Örneğin biri kainatta kaosun olduğunu iddia etti, başka bir muhatabım dünyanın yaratılırken tesadüfen oluştuğunu birden çok olaylar ve olasılıklar içinde dünyanın ve insanların bu şekli aldığını söyledi. Daha başkası insanın diğer hayvanlardan evrimleşerek meydana geldiğine inandığını ifade etti. Neden bu kadar imani mevzular ile ilgili deliller var iken, fen ilmi ile uğraşan bu insanlar ilmin zirvesinde olduğu halde hakikatten udul edip sapıyorlar ve birçok kişiyi de uğursuzca saptırıyorlar.
Risale-i Nur’lar küfrün belini kırıp imanın bütün erkanlarını ilmen ispatladığı halde neden bu ilmi insanlar Risale-i Nur’larla ikna olmuyorlar ve böyle gülünç bir iddiada bulunuyorlar. Bir türlü aklım almıyordu.
Ne zamanki gibi böyle bir tartışmadan kısa süre sonra tevafuken 30. Söz’ü okuyunca hakikat, alemimde tecelli etti.
“İşte ene, şu hâinâne vaziyetinde iken cehl-i mutlaktadır. Binler fünûnu bilse de cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünkü; duyguları, efkârları, kâinatın envâr-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için, sönerler. Gelen herşey, nefsindeki renklerle boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse, nefsinde, abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünkü; şu haldeki ene'nin rengi, şirk ve ta'tildir; Allah'ı inkârdır. Bütün kâinat, parlak âyetlerle dolsa o ene'deki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez.”
Evet, onların güneş gibi hakikatleri inkar etmesi ve ikna olmaması delillerin zayıflığından değildi. Felsefe onlara öyle bir enaniyet ve benlik vermişti ki gelen bütün deliller kalp ve akıllarına nüfuz edemiyordu.
Ayrıca batılı hak ve muhali mümkün gösteren bazı çeşitli sebepler daha vardır. Sözler kitabında geçen aşağıdaki ibare şayan-ı dikkattir.
“…Amma inkâr ise; o adem-i kabul değil, belki o kabûl-ü ademdir; bir hükümdür. Onun aklı, hareket etmeye mecburdur. O halde senin gibi bir şeytan, onun aklını elinden alır, sonra inkârı ona yutturur. Hem, ey şeytan! Bâtılı hak ve muhali mümkün gösteren gaflet ve dalâlet ve safsata ve inat ve muğalâta ve mükâbere ve iğfal ve görenek gibi şeytanî desiselerle, çok muhâlâtı intâc eden inkâr ve küfrü, o bedbaht insan suretindeki hayvanlara yutturmuşsun!”
Allah hakkıyla hakikat ilmini okumayı, okutmayı ve ihlaslı bir şekilde amel etmeyi nasib etsin…