Hep merak etmişimdir; “..yirminci asrın teknolojisiyle, yüce yaratıcımızın varlığı, birliği, emir ve yasaklarındaki hikmetleri çok net bir biçimde ispat edildiği halde, niçin hâlâ inanmayanlar var?” ..diye…
Gözle görülmeyen yüzlerce varlığı, etki alanlarıyla, tesirleriyle, neticedeki icraatlarıyla biliyor, tanıyor ve inanıyoruz. (Ultraviyole, X, alfa, beta, gama ışınlarını, yerçekimini, atom ve diğer varlıklardaki gravitasyonu, radyo-Tv. Dalgalarını, biyoenerjiyi, aklı, vicdanı v.s.)
Çok ince hesaplara dayanan bu icraatların yüce sâniinden, hâlâ şüphe edenler var!…
Diyanet işleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’ndan tutun da, tüm İslâm âlimleri; “BAŞÖRTÜSÜ yüce Rabbimizin kesin bir emridir. Ahzap ve Nur sûrelerinde, bağlanış tarifine varıncaya kadar çok net olarak açıklanmaktadır. Hz. Muhammed SAV.’İN de tavizsiz emirlerindendir. Niçin hâlâ inat ediyorsunuz?” dedikleri halde, tüm bunlara hâlâ niçin inat ettiklerini, direttiklerini ve dayattıklarını hep merak etmişimdir.
•Tâ ki; Kur’ânda, şu çarpıcı âyetlere rastlayıncaya kadar:
İsrâ Suresi. 90-92. Âyetler.: Kâfirler, (40 yaşına kadar kendisine Muhammed-ül EMÎN dedikleri) Hz. Muhammed’e şöyle dediler: "Sen, bizim için yerden suyu kesilmeyen bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Veyahut hurmalıklardan ve üzümlüklerden senin bir bahçen olsun da ortasından şarıl-şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut söyleyip zannettiğin gibi, göğü başımıza parça-parça düşüresin veya Allah'ı ve melekleri, söylediğine şahit getiresin. Yahut altından bir evin olsun, ya da göğe çıkmalısın. Ona çıktığında da asla sana inanmayız…”
•Evet. Biz onlara; dedikleri gibi melekleri de indirseydik, ölüleri diriltilip de kendileriyle konuşturulsaydı, istedikleri her şeyi haşredip karşılarına koyarak kefil gösterseydik, onlar, ihtimali yok, yine îman edecek değillerdi. Allah dilerse o başka! Fakat onların çoğu bu gerçeklerin câhilidirler. (En’am sûresi, 111. Âyet.)
Peki, bu durum böyle diye:
-“Mü’minler mücadelelerinden, yani Allahın emir ve yasaklarını sevdiklerine, dostlarına, arkadaşlarına ve hasbelkader çeşitli sebeplerle öğrenememiş olan masum insanlara anlatmaktan muâf mıdırlar?”
-Aslâ ve Kat’â muâf değiller, hattâ muvazzaftırlar, görevlidirler. Yani, elinden geldiğince anlatmakla ve tanıtmakla sorumludurlar…
***
İNANÇSIZ diye tanımlanan insanların hiçliğe çevrilmiş bakışları, hayallerimde beni hep tedirgin etmiştir. Onlar adına hep üzülmüşüm ve acımışım onlara. Nefis ve Şeytanın YOK zannettirdiği gerçek âlem ile karşı karşıya geldiklerinde, “ÂHH, KEŞKE”LER hiçbir işe yaramayacak çünkü! Vaadi İlâhi çok nettir. Göz kapamakla gece olmaz. Gözlerini yumanlar, sadece kendi âlemlerini karartırlar…
•Ateşin (Cehennemin) başında durduruldukları vakit onların "Keşke geri döndürülseydik de Rabbimizin ayetlerini inkâr etmeseydik ve inananlardan olsaydık," dediklerini bir görsen! Neler olacak neler? (Bknz. En’am Sûresi, 27. Âyet.) Keşke anlasalardı ve bilselerdi…
O Gün, ki; (vaktiyle dünyada) haksızlığı kendisine yol edinmiş olan kişi, ellerini kemirip “Ah, n'olurdu, O Rasûl'ün gösterdiği yolu tutmuş olsaydım!” diyecek. (Furkan S., 27. Âyet.)
•..Ve asla zulümde ısrar edenlerden yana, EĞİLİM dahi göstermeyin!...
Yoksa, [ahirette] ateş size de dokunur; ve Allah'tan başka koruyucunuz olmadığına göre, o zaman [O'nun c.c. tarafından da] yardım edilmez size! (Hûd sûresi, 113. âyet.)
“Mü’min kardeşine ‘kin ve adavet’ dahi bir zulümdür.” (Mektubat: 263.)
“Kur’ân neyine yetmiyor?” Diyerek, diğer hükümleri hafife alanlara, herhalde bu gerçekler yeter…
***
Asrımızın bedîsi, Bediüzzaman Hz. ise bu konuda, 80 sene önce şöyle buyurmuştu.
Bu acayip mukavemetin (inadın) sırr-ı hikmeti şudur ki:
Dalalette ve küfürde hem adem (yokluk-hiçlik) ve terk var ki, pek kolaydır, hareket (ve gayret) istemez.
Hem tahrip var ki, çok sehildir (kolaydır) ve âsandır; az bir hareket yeter.
Hem tecavüz var ki, az bir amel ile çoklarına zarar verip, ihâfe (korkutma) noktasında ve firavuniyet cihetinden (Firavunluk yönünden) onlara bir makam kazandırır.
Hem âkıbeti (geleceği) görmeyen ve hazır zevke müptela (tutkun) olan insandaki nebatî ve hayvanî kuvvelerin tatmini, telezzüzü, (lezzet alımı) hürriyeti vardır ki, akıl ve kalp gibi letâif-i insaniyeyi (insandaki ince ve nazik duyguları) insaniyetkârane (insancasına) ve âkibet-endişane (gelecek için endişelenircesine) olan vazifelerinden (âhiret ile ilgili görevlerinden) vazgeçiriyorlar. (13. Lem’a, 9. İşaret.)
Evet, konumuz şimdi çok net anlaşıldı değil mi?...
*******
İslam âlimleri, yukarıdaki şu son âyet-i kerimeye dayanarak, onlara eğilim ve meyil dahi göstermenin, GÜNAH-I KEBÂİR (büyük günahlardan) olduğuna hükmetmişlerdir.
•Henüz hayattayken, bunları idrak ederek sırâtı müstakîme sarılanlara ve inançsızlıkta inat eden gürûha, meyil dahi etmeyenlere ne mutlu…
NOT: Lem’alar kitabının 77. sayfasında, Bediüzzaman Hz.’nin bu konuda şöyle bir tesellisi de var. “Günah-ı Kebâiri işlemek, imansızlıktan gelmiyor, belki hiss ve hevesin ve de vehmin galebesiyle, akıl ve kalbin mağlubiyetinden ileri gelir.”
Bu teselliye göre; her mü’min, akıl ve kalbinin şeytana ve desiselerine (hilelerine) mağlup olmaması için, sürekli müteyakkız, donanımlı ve bilinçli olmak zorundadır. Bunun için de İslâm’ı, doğru kaynaklardan öğrenmeli.
•Bu konuda da, hiçbir bedel esirgenmemelidir…
Dünya ve Âhiret saadetleri inananları bekliyor. Merhameti sonsuz olan yüce Rabbimizin ebedî Cennetleri, lütuf ve ikramları her birimize yeter. Çünkü O c.c. Ganiyi mutlak ve sınırsız bir KUDRET sahibidir.
Yeter ki O’nun c.c. rızasına uygun yaşayalım…