“Özne” olmaya alışık olduğumuz, ‘fail’ sayılmaktan hoşlandığımız, üstüne bir de alkışları hak ettiğimizi düşündüğümüz yumuşacık gafletimizi bıçak gibi kesiyor Âl-i İmran Suresi’nin 188.ayeti. Muktedir ve başarılı diye s/aklandığımız loş dünya kuytularında sobeliyor bizi: “Ettiklerine sevinenler ve yapmadıklarıyla övülmeyi sevenler…” diye etiketliyor benlik davasının ısrarcılarını. Işık düşürüyor üzerimize. Acı gerçeği vuruyor yüzümüze. Hesabımızı yanlış yaptığımızı hatırlatıyor keskin bir dille: “Sanmayın ki ettikleriyle sevinenler ve yapmadıklarıyla övülmeyi sevenler acı çekmekten azade olacak…”
Alışık olduğumuz üzere, Kur’ân’ın bu tür uyarılarını “ötekiler”e yöneltiyoruz. “Biz nasılsa Müslümanız!” diye hedeften kaçırıyoruz kendimizi. Ya kâfirlere geliyor Söz ya zalimlere. Bizim de bazen “kâfir tavrı” gösterebileceğimiz, zalimlerle yan yana düşebileceğimiz ihtimal dışında tutuyor bu hesapta…
Üstad Said Nursi bu alışkanlığı kırarak başlıyor On Sekizinci Söz’üne. Kendini koyuyor hedefe: “Nefs-i emmâreme bir sille-i tedip” diye cisimleştiriyor ayeti. “Ben” diye diye kendini övgülerin merkezine koyan, şöhret aynasında büyüten, alkışları hak ettiğini sanan benci ve bencil gizli yüzümüze indiriyor tokatı: “Ey fahre meftun, şöhrete müptelâ, medhe düşkün, hodbinlikte bîhemtâ, sersem nefsim!”
Her birimize acil bir ev ödevi veriyor. Vahyin şimdi burada hazır olan muhatabına ‘sen’ diye diri ve duru seslenişini duyuyor. İnsanın yalnızlığına nefes nefes d/okunan atmosfer canlılığında yaşıyor ayetin anlamını. “Gökyüzündür ayet, nereye gidersen git, onu bulursun ve onun içinde bulunursun” diyen bir ses yankılanıyor satır aralarında.
Ardından, ‘konuşan’ Allah’ın ‘yaratan’ Allah olduğunu hatırlatan o radikal ama incitmesiz bakışıyla tanışıyoruz. Belli ki ayetin karşılığı var kâinatta. Söz kesilmiş canlılar var gözlerimizin önünde. İncir çekirdeği gibi. Üzüm asması gibi. Onların lisan-i hâlini zarafetle kavle dönüştürüyor:
“Binler meyve veren incirin menşei olan küçücük çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu, bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri [olarak görmüyor] ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medih ve hürmet etme[leri gerekmiyor].”
Şahit olduğumuz incir çekirdeği ve üzüm asması “ayetleri” övünme davasında değiller, gurura kapılmıyorlar. Ne “ortaya koydukları”yla sevilmeyi umuyorlar ne kendileri üzerinden gerçekleşen fiiller üzerinden övgü alma davası güdüyorlar.
Birinci Söz’den itibaren eşyanın hallerini ayet diye okumayı öğreten Said Nursi, hakikati nezaketle ama kararlılıkla vuruyor ‘ego’muzun boynuna: “sen… o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz-i ihtiyarın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrinle tenkis ediyorsun, gururunla tahrip ediyorsun ve küfranınla iptal ediyorsun ve temellükle gasp ediyorsun.” (Rica ederim; sadece bu cümlede çağlayanlar halinde akan hükümlere dikkat: “eksiltme”, “bozma”, “yok sayma”, “gasp etme” üzerinden yürüyen ontolojik bir ‘hesap sorma’ saklı ayetin anlamında… Kışta gelmiş olan sadece işaret ediyor, keşfi biz bahar ehline bırakıyor.)
Buraya bir mim koyalım. Yeni alıntılar yapmak yerine, bu bedi’ üsluptan alınmayı deneyelim. (Alıntılamanın alınma ile aynı şey olmadığını, yine bu bahiste, “memer” ve “mazhar” kavramlarının ayırımı üzerinden açıklıyor Üstad. Trajik olan, en çok alıntı yapanın en az alınmasıdır. Risale okumalarında başımızın en çok dertte olduğu konu budur!)
Üstad, çok can yakıcı bir uyarıyı, tatlı bir yumuşaklıkla yapıyor. (“Bediüzzaman” olmak böyledir; üslubunun “benzersizliği”ne dikkat!) Yaptığımız hayırla, ortaya koyduğumuz ibadetlerle kendimizi Allah’tan alacaklı sayacak kadar iddia sahibi olmaya başladığımızda, hakikati gözümüzün önüne koyuyor. Unutan ve düşe kalka yürüyen bir insan olarak düşebileceğimiz çok gizli tuzağı, aldanabileceğimiz sinsi oyunu, net olarak ortaya koyuyor. Mesele -kimi ayet meallerinde, hele de Onsekizinci Söz’e şerh ve izah olsun diye dipnot olarak eklenen ayet mealinde vurgulandığı gibi- “kötülük etmek” değildir. En çok, iyilik ettiğimiz yerde bekler bizi gururlanma. “Dine hizmet ediyor” olmak bizi daha kolay aldatabilir; daha sinsice kandırabilir, daha çabuk sarhoş edebilir. Ne yazık ki, hayır yapmayı tercih ettiğimizde de şeytan kolumuza girebilir. Her birimizi geri dönüşsüz bir kibirlenmeye, tövbesinin yolunu kapatan gururlanmaya götürebilir.
Ki bu bizi Yirmi Altıncı Söz’ün dal uçlarına incelikle yerleştirilmiş ‘büyük tehlike’ye yaklaştırır. "Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir adamla da teyid ve takviye eder." hadisinin kapsamına sokabilir. Yani dine hizmet etmek, failini fâcir olmaktan kurtarmayı garanti etmez. “Ben yaptım!” demeler her yerde kol gezer, her an’a hükmeder. (Sayfalarca tefekkürünü ümmete emanet ederek ‘dine hizmet eden’, hayır yolunda gece gündüz yorulan Said Nursi, nasıl şiddetle ve ısrarla kendi yakasına yapışmış olmalı…Varın hayal edin!)
İçimizde şu hakikatli sözün çağıltısını bırakarak bahsi kapatır Üstad: “Allah’ın seni bir iyiliğin öznesi yapması Allah’ın sana iyiliğidir; senin Allah’a iyiliğin değil! O iyiliği Allah sensiz de yapabilirdi; sen yapasın istedi. Sana düşen sadece mahcup olmak, sadece şükretmektir… (Bakın, nasıl da Nasr Suresi’nin ‘zafer ahlakı’na çağıran sesini duyuyoruz: “[Sayende] insanların gruplar halinde Allah’ın dinine girdiğini görsen de, Rabbine hamd et, istiğfar et!”)
“Bahsi kapatır” dediğime bakmayın. Aksine, açık bırakır bahsi Üstad. Her hayırlı işin sonunda, “Ben var ya ben!” diye derinden nida eden övgüye tutkulu, çok görünmeye hevesli, sevilmeye düşkün “o ses”le hesaplaşmaya çağırıyor bizi. Can hışırtısıyla gidip gelen bir vebali asıyor boynumuza.
“Müceddid”den beklenen ‘tecdid’dir bu… Hep yeni şeyler söyleyenin şaşırtmasına şaşırmamalı!