I.
Ekmek teknemiz niye delinir?
Hızır'ın gemiye yaptığını yapıyor Rabbimiz canımıza ve malımıza. Deliyor. Köşesinden kırpıyor. Kenarından azaltıyor. Biz ise Mûsa [as] gibi telaşla soruyoruz: "Ne yaptın sen? Ekmek teknemizi mi batırmak istiyorsun?"
Rabbimizin bizi beraberliğine seçişin şartı O'ndan razı olmak. O'na razı olmak. O'nunla yetinmek. O'nun yanımızdaki varlığı, O'nun bizi yanında var etmesi, sahip olabileceklerimizin en önemlisi, en önceliklisi. Şimdi, bize verdiklerinden bizim de başkalarına vermemizi istiyor. Ama sadece 'bize verdiklerinden', 'kendi malımızdan' değil. 'Bize verilen'i, başkalarına vermek kolay olmalı' Ama 'bizim olanı' başkasına vermek zordur. 'Bizim olan' niye başkasının olsun? İşte sınandığımız yer: Başkasına vermekte zorlanıyorsak, bizde olanı 'bizim olan' sanmaya başlamışız demektir. Verme zorluyor bizi ki, 'bizim olan'ı 'bize verilen'e dönüştürebilelim. 'Bize verilen'i 'bizim olan' sanmaya başlamışsak, O'nun verdiğini gasp etmiş olmalıyız. Seve seve verebiliyorsak, canla başla terk edebiliyorsak 'bizim olan'ları, 'O'nun bize verdiğini' sözle değil sadece, eylemimizle onaylarız. Aklımızın almak istemediği gerçeği, sevdiğimiz şeylerden vererek aklımıza yediririz. Bağlandığımız şeylerle bağımızı çözerek kalbimizi 'bize Veren'e bağlarız.
Eğer o gemi 'hasarlı' kılınmasaydı, arkadan gelen zalim yöneticinin eline geçecekti. Eğer malımız zekâtla eksiltilmeseydi, servetimiz infakla delinmeseydi, biriktirdikçe, yığdıkça, hırsımızın eline geçecekti. Hırsımızı besleyen malımız, bizi kendisini çoğaltmakla, korumakla, elde tutmakla oyalayacaktı. Malımız bize hizmet edeceğine, malımız bizi kendine hizmetkâr edecekti. Biz servetimizin sahibi değil, servetimiz bize sahip olacaktı. Asıl o zaman gerçek anlamda eksilecektik, kaybedecektik. Güvenilmez olan mala güvenerek aldanacaktık. Bizi terk eden serveti, biz terk etmeyerek boş yere oyalanacaktık. Azalan mülkümüzü, zayıflayan canımızı kendimize kalkan yapmaya kalkarak yenilecektik. Ekmeğimizle bencilliğimizi besleyerek, ekmek teknemizi batıracaktık. Kendimizi malla yüceltme alçaklığına batacaktık. Serveti paylaşmaktan uzaklaşıp 'bencilleşme' bataklığına gömülecektik. İşte o zaman 'malı yığdıkça yığan [ve] malının kendisini ölümsüz yapacağını sanan'lardan [Hümeze; 2-3] olacaktık. Şükür ki ekmek teknemiz delindi.
II.
Hırsımız niye öldürülür?
Karşı kıyıya geçen Hızır, bu defa, hiç sebebi yokken bir genci öldürür. Mûsa [as] buna da itiraz eder. 'Demek sen, hiç sebepsiz bir cana kıydın ha...?
Rabbine asi geleceğini, anne babasına hayırsız olacağını bildiği gencin yerine itaatli ve hayırlı bir evlat gelsin diye öldürdüğünü söyler Hızır. Eğer o 'genç' yaşasaydı, hem asi olacaktı hem de yerine gelecek itaatli kardeşinin yerini gasp edecekti. Aynen öyle de; Rabbimiz servetimizi zekâtla budamayı diler. Dallarını kısaltır, başına buyruk uzayıp genişlemesine izin vermez. Kazandığını Rabbinin emriyle, bile isteye azaltan her kul, sahiplenme hevesinin katledildiğini fark eder. Sahiplenme hırsı, yığma, biriktirme, çoğaltma, bencilleşme, cimrileşme ile dal budak salmasına, gövdesine bigânelikten ve vurdumduymazlıktan kalın kabuklar sarmaya başlamadan budanır. Büyüyüp kartlaşmadan, ağırlaşıp sertleşmeden, yeni sürgünler vermesi sağlanır. Budanmış bir ağacın daha gür yapraklar açması, daha kalın dallar uzatması gibi, zekâtla budanmış servet hayırla çoğalır. İnfakla asıl sahibine teslim edilmiş mal daha sağlam ve gürbüz olarak genişler. Sahiplenme hevesi öldürülmüş, çoğaltma hırsı katledilmiş, biriktirme arzusu yok edilmiş, üst üste yığma telaşı söndürülmüş yeni bir 'sahip' bulur mal kendine böylece. Artık mal da hayırlıdır, sahibi de hayırlıdır.
III.
Malımız bizden niye saklanır?
Hızır ile Mûsa [as] sonunda bir köye varırlar. Köylüler ne yiyecek verirler ne barınak sunarlar onlara. Hızır, buna rağmen, köyün yıkık duvarını onarır. Bu defa, Mûsa'nın [as] 'Ama nasıl olur?' çığlığı son kez yankılanır. 'İsteseydin bunun için bir ücret alabilirdin!' Ama Hızır ile Mûsa'nın yolları artık ayrılmıştır. İşin aslı şudur: Köyde yetimlere ait bir hazine saklıdır duvarın içinde. Öyle yıkık kalsaydı, yetimler reşit olmadan hazine bulunacak ve hiç şüphesiz o köylüler tarafından gasp edilecek, yağmalanacaktı. 'Duvarı onardım ki, yetimler büyüyünceye kadar hazine saklı kalsın. Kimsenin eline geçmesin!'
Rabbimiz, yine Hızır'ın köylülere yaptığını yapar bize de. Asla ihtiyacı olmadığı halde, bizden 'borç' ister: 'Kim Allah'a güzel bir borç vermek ister?' [245] Borcu canımızdan malımızdan ister. Oysa canımız da malımız da yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gibi değil mi? O'na hiçbir yararı olmadığı halde, bizden hatırı için harcama yapmamızı ister: 'Yalnızca Allah'ı kazanmak için harcayın!' [Bakara, 272] Oysa hatırı için harcamasak da elimizdekiler elimizden çıkıyor değil mi? Hem eskiyor hem eksiliyor. Hem miktarı hem değeri azalıyor. 'Tanık olsun ki asr; hüsrandadır insan' [Asr, 1-2] Zamanın akışı tanıktır ki, hep kaybediyoruz. Geçen her gün ömürden eksiliyor. Gelen her an ömrümüzü törpülüyor. Umutlarımızı uçurduğumuz yarınlar tükeniyor. Yaslandığımız duvarlar çöküyor.
Rabbimiz duvarımızı onarıyor. Bu dünyada elimize bıraksaydı canımızı ve malımızı, biz hem onları kaybederdik, hem onlarla kaybederdik. Onları kaybederdik, çünkü ebedîleştirecek, fani olmaktan kurtaracak bir yol bulamazdık. Onlarla kaybederdik, çünkü onlara güvenip, hiç bitmeyecekmiş sanarak, hep birikecekmiş gibi sayarak bencilliğin bataklığına, kibrin kirine batardık. Rabbimiz, bizden kendi malımızı saklıyor. Reşit olduğumuz, yani gerçeği hakkıyla görebildiğimiz hesap günü elimize verecek. Rabbimiz, çok sevdiğimiz canımızı bizden istiyor, kendi yolunda yoruyor. Böylece canımızı ebediyen bize saklıyor. Nefsimizin elinde yağmalanmasını önlüyor ebediyet hazinemizin. Bencilliğimizin gasp etmesine izin vermiyor sonsuzluk sermayemizi. Elimizden aldıklarıyla, bizden sakladıklarıyla, üzerini infakla örttükleriyle, 'kimsenin kimseye fayda vermediği' o 'kara gün' için 'ak akçe'ler biriktiriyor.