Selçuklu-Osmanlı asırlarında hayat ebediyete dönüktü...
Dünya misafirhâne sayılır, ahiretin tarlası olarak görülüp yaşanırdı...
Bir iş yapılmadan önce günah mı, sevap mı diye bakılırdı. Ancak sevap olduğu kanaati hâsıl olduktan sonra, besmele ile işe girişilirdi...
Gayret kuldan, Tevfik Allahtandı.
Bu duygu ve düşünce sistematiği dünyayı bir kenara itmeyi gerektirmez, yalnızca bireyin aşırı ihtiraslarını dizginler, çift dünyalı (fani dünya ve ahiret) bir hayat anlayışı sunardı...
Öte yandan, Rabbena hep bana anlayışını engellerdi.
Yani Müslüman, salt kendisi için değil, başkaları için de yaşardı.
Ebedî hayata yönelik beklentilerimiz mi kırıldı, yoksa kendimizi dünyanın cazibesine fazla mı kaptırdık bilmiyorum, ama git gide tek dünyalı (seküler) hale geldiğimizi görebiliyorum.
Hele bir de varlıklıysak: Tüm beklentilerimize fani dünyada ulaşmak mecburiyetinde imişiz gibi tüketiyoruz hayatı.
Arabanın en iyisine biniyor, evin en pahalısında oturuyor, en meşhur markaları giyiyoruz...
Düne kadar tatil kavramından habersiz yaşadığımıza bakmadan, tatilimizi Güney sahillerindeki beş yıldızlı otellerde geçiriyoruz...
Beş yıldızlı olmalı, ama zinhar denize tesettür mayo ile girilmeli!
Beden tesettürlü, ruh soyunuk!..
Ne serden geçebiliyoruz, ne yardan!
Eskiden böyle yapmaz, salt kendimiz için yaşamazdık.
Böyle şimdiki gibi lüksümüz, tantanamız, markamız, kibrimiz, tesettür mayomuz filan yoktu...
Dünyacı (seküler) beklentilerimize ebediyetimizi kurban etmemiştik...
İsraf toplumu değil, infak (yardım) toplumuyduk...
Komşumuzun başı ağrısa yüreğimiz ağrır, o aç yatıyorsa tok uyumayı insanlık dışı sayardık...
Bir mahallede birinin aç ve açıkta kalması demek, o mahallede yaşayan tüm zengin Müslümanların ayıplanması demekti...
Çünkü hayatı inançlar şekillendirmişti...
Şu hareketimden Allahım ve Peygamberim hoşnut olur mu?.. düşüncesi vicdanlara hâkimdi.
İşte bu yüzden Osmanlı Devleti geniş bir hayır kurumuna dönüşmüştü...
Yürekler, Efendimizin, Veren el, alan elden hayırlıdır hadisine kilitlenmiş, insanlar vermek için kazanmayı amaç edinmişti.
Daha açık bir ifade ile, hayat inançla çerçeveliydi...
Sonra ne olduysa oldu, Batılılaşma-kapitalistleşme sürecinden seküler (dünyacı) bir anlayışa geldik.
Artık hayatımızı inançlarımız şekillendirmiyor! Onun yerini çoktandır sosyal, siyasal, ticarî kaygılar aldı...
İnançlarımızı bile yüreğimizle yaşayamıyoruz.
O zaman da hayat tarzımızla inançlarımız örtüşmemeye, hatta zaman zaman zıtlaşmaya başlıyor.
Meselâ, hem Komşusu açken tok uyuyan bizden değildir hadisi dilimizden düşmüyor, hem de en yakın komşumuzun nefesi açlıktan kokarken, onu görmesi gereken gözlerimiz, müthiş bir duyarsızlıkla vitrinlerde dolaşıyor.
Çoğumuz moda-marka tutkunu olduk: Farklı görünme hastalığı ruhumuzu kemiriyor.
Günün birinde markasız bir kefene sarılacağımızı bile bile elbisede marka arıyoruz!..
Allaha yakınlığın ölçüsü bile değişti mi yoksa?..
Takvanın yerini marka mı aldı artık?
Henüz zekata isyan etmedik, ama bu gidişle korkarım o da yakındır!
Ama Allah var, hacca ve umreye bayılıyoruz. Tatilimizi beş yıldızlı bir otelde geçirdikten sonra, umreye gitmek bünyemize iyi geliyor!..
Böylece dünyayı kucaklamış, ahireti de kaçırmamış oluyoruz.
Zaten hacca ve umreye yolcu taşıyan bir sürü turizm şirketimiz var: Cennet başta olmak üzere tüm kutsal duyguları kullanıp müşteri çekmeye çalışıyoruz...
Komşumuz açken, çocuklarına defter-kitap alamazken, onuncu kez umreye, altıncı kez hacca gitmekten uhrevî bir zevk alıyoruz!
Dikkat!..
Bencilliğimize kutsal heves, arzularımıza ibadet adını vermiş olmayalım!
Tamam, sonuçta Her koyun kendi bacağından asılır...
Tamam da, bacağından asılı koyun çürürse, yedi mahalleyi kokutur...
Henüz her şeyimiz kokuşmadıysa, hâlâ kurtarılacak bir şeylerimiz kalmış demektir.
Vakit